İnsanın Mihengi
Mihenk taşı eskiden altının ayarını ölçmek için kullanılırdı. Miyar denilen bir aletle aynı hacimdeki altın ile mihenk taşı karşılaştırılır, altının yoğunluğu mihenk taşından çok ise altın ağır basardı. Böylece mihenk taşı altının kalitesinin belirlenmesini sağlardı.
Mihenk taşı yerine ölçüt ya da ölçü kelimelerini kullanıyoruz günlük dilimizde… Bir şeyin kalitesini değerlendirmek istediğimizde bütünsel bir ifade yerine, o şeyin kalitesini oluşturan unsurlardan bir tanesini seçip yalnızca o unsurun sağladığı bilgi cinsinden o şeyin kalitesini değerlendiriyoruz…
Örneğin bilgisayar yazılımlarının kalitesinin belirlenmesinde kullanılan yazılım karmaşıklık ölçütleri (software complexity metrics)… Bir bilgisayar programı ne kadar karmaşıksa o programın kullanımı sırasında istenmeyen bir hata çıkma olasılığı o kadar çoktur. Yazılım karmaşıklık ölçütleri program kodu satır sayısından komut sayısına, yuva(nest) sayı ve derinliğinden, belirli komutların kullanım sayılarına ya da McCabe’in kriterine kadar çok sayıda ölçüt içerir. Yazılım Mühendisliği literatüründe bu konuda nice kaynak bulmanız mümkün… (Profiling Software Through the Use of Metrics – Robillard and Coupal, Predictive Modeling Techniques of Software Quality from Software Measures – Khoshgoftaar et all.) Program kodu satır sayısı(LOC-lines of code) bu ölçütler arasında en çok benimsenip kullanılandır.
Aslında belirli bir ölçütün verdiği sayısal değer yalnız başına hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Karşılaştırmalı olarak, ya zaman içinde ya da farklı şeylerin karşılaştırılmasından elde edilen farklı değerlerin ifade ettiği göreceli anlama bakmak gerekir.
Basit bir şekilde ifade edecek olursak… Belirli bir konuyu dinleyicilere anlatacak konuşmacılarımız olsun… Eğer en geçerli yazılım kriterini seçersek, kriterimiz konuşmacıların kullandıkları kelime sayısı ya da konuşma süresi olsun… Buna göre, hata yapma olasılığı çok olan konuşmacılar, dertlerini makul bir süre veya kelime sayısı içinde anlatamayan konuşmacılardır… Öncelikle bu konuşmacılarla ilgili tedbir almak, bunların konuşmalarını daha önceden kontrol etmek faydalı olabilir… İlk bakışta çok aptalca gelebilir, fakat burada önemli olan eşik sürenin belirlenmesidir… Hatta, birkaç eşik belirlenerek risk seviyeleri tespit edilebilir. Bunun için ise, konuşmacıların konuşmalarının süreleri ve mümkünse anlatılan konunun karmaşıklığına ilişkin ampirik değerler tespit edilmelidir. Konu tamamen subjektif olduğu için, veri toplamak ve test aşamalarında aynı işlemleri aynı kişiler yapmalıdır…
Amerikan uzay mekiğinde çıkması olası yazılım hatalarını yakalamak için yazılım karmaşıklık ölçütleri (software complexity metrics) kullanılmaktadır. Seçilen ve kullanılan ölçütlerin geçerliğinin değerlendirilmesi konusunda çok güzel makaleler var(Validating Metrics for Ensuring Space shuttle Flight Software Quality - Schneidewind). Teknik ölçütler bir yana benzeri yaklaşımlar sosyal konularda da uygulanabilir…
Acaba insanları değerlendirirken nasıl bir ölçüt kullanabiliriz? Öyle bir ölçüt ki, iki farklı insanı yalnız bu ölçüte göre karşılaştırıp, o iki insanın artıları eksilerinin bütünü hakkında bir tahminde, bir değerlendirmede bulunabilelim… Öyle bir ölçüt ki, bir insanı bir yıl ara ile aynı ölçüte göre değerlendirdiğimizde, o insanın bir bütün olarak daha iyi, daha kaliteli olduğunu söyleyebilelim…
Hemen bir takım itiraz seslerini duyar gibi oluyorum… Biliyorum, insan karmaşık bir yaratık… Bir ana, bir baba, bir arkadaş, bir patron, bir mühendis, bir doktor… İnsan aynı anda birden çok ve değişen kimliklere sahip… Ayrıca her kimliği, çalışkanlık, beceriklilik, kolaylık, rahatlık gibi yüzlerce özelliğin bileşkesinden oluşuyor. Karşılaştırmak gibi olmasın ama, insanın karmaşıklığı tıpkı uzay mekiğinin karmaşıklığı gibi hem kendisi hem de çevresindekiler tarafından doğru yönetilmeyi bunun için de doğru değerlendirilmeyi gerektiriyor.
Öyle ise nedir insanın kalitesinin ölçütleri? Günümüz Türkiye’sinde bu ölçütlerin doğru belirlenmesi ve var olanların iyileştirilmesi yurdumuzun başarı şansını hayati derecede etkileyecektir.
İnsan kalitesinin en önde gelen ölçütü kişinin bilgiye karşı aldığı tavırdır. Aynı zamanda bu görüş yalnızca bireyler için değil her türlü kurum, kuruluş ve şirket gibi sosyal organizasyonlar için de geçerlidir.
On beş yıl önce, Harvard Universitesinin Harvard Business Review adlı iş yönetimi konulu dergisinde (1993 Temmuz) "Öğrenen Bir Kuruluş İnşa Etmek" (Building a Learning Organisation) adlı makalede şunu bulmuştum:
"Öğrenen bir kuruluş bilgiyi yaratmak, edinmek ve nakletmekte ve kendi davranışını bu yeni bilgi ve sağduyuyu yansıtacak şekilde değiştirmekte usta olan kuruluştur."
Günümüz Türkiyesi ve dünya koşullarında bir kurum, kuruluş veya şirketin kalitesinin mihenk taşı bilgiye karşı aldığı tutumdur.
Ali Rıza SARAL
I will be writing here about things that I can not write elsewhere. This will be a starting point for my ideas in LARGESYSTEMS and ATC (Air Traffic Control), software engineering, mathematics, arts, music composition, creativity, philosophy, religion and maybe a little politics... There will also be some references to articles I have written on that subject besides a short scratched idea... I hope you enjoy my scribbles... Ali R+ SARAL
Monday, September 17, 2007
Tuesday, September 4, 2007
Öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra…
Öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra…
‘Pieta’, Michelangelo, 1508 – 1512 Roma, Sistine Chapel Çarmıhtan indirildiğinde, ‘tek başına yarattığı’ oğlu İsa’nın bile ‘ölümlü’ olduğu gerçeğini öğrenen Meryem
Öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra…Urdu dili Hindistan’da belirli bir bölgede konuşulan kendine özgü edebiyatı olan, uluslar arası tanınıp bilinen bir dil… ‘Urdu’ Türkçe ‘ordu’ demek. 1994’te, tesadüfen, NASA’da çalışan bir urdu’nun yaptığı çok küçük bir URDU – İNGİLİZCE sözlüğünü bulmuştum internet’te… Kelimelerin telaffuzları İngilizce okunuş kurallarına göre yazılmıştı. Bunları ses olarak düşündüğümde çarpıcı bir gerçekle karşılaşmıştım. Kelimelerin büyük bir kısmını anlıyordum. Urdu dilinin dilbilgisi değil ama kelimelerinin büyük bir kısmı çocukluğumdaki Türkçe ile ortaktı…
Bu sözlüğün bir güzel yanı da kelimelerin hangi dilden geldiğini belirtmesi idi. Bir çok kelimenin Urdu’caya öz Türkçe’den geçtiği belirtiliyordu. Daha önceden anlamını bilmediğim bazı kelime ve özel isimler Farsça, Türkçe, Hinduca, Sanskritçe ve Yunanca’dan geliyordu… Çok sevdiğim bir isim olan ‘Esra’ da Urduca ‘zaruret’ anlamına geliyordu…
Esra aasraa means of subsistence, protection, shelter.
Evet, öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra…
Türkiye’de öğrenen bir insan olmak… Zor… Atalarımız yüzyıllar boyu Orta Asya’dan Batı’ya, Güneye, Güney Doğuya göç etmişler. Üstelik bir kısmı da ipek yolu boyunca zaman zaman Batı’ya zaman zaman Doğu’ya göç etmişler… Oluşan Türk kültürünün bilgi ve görgü birikimi tarihte o noktaya varmış ki hiçbir güç onları durduramamış, Viyana’ya, Batı Akdeniz’e kadar gitmişler… Kültürümüz, bütün bu etkileşim ve tecrübelerin birikimini taşıyor içinde… Aslında ‘bizim’ dediğimiz şeylerin bazıları başka kültürlerden alınıp, arıtılıp damıtılıp bizim yapılmış. Örneğin ‘kolye’ kelimesi Fransızca ‘collier’ kelimesinden geliyor.
Bir Alman vatandaşı ile karşılaştırıldığında bir Türk’ün bilinçli olarak aynı kültürel sağlamlık ve denge içinde olması zor bir iş… Basit bir hesapla, bir Alman’ın İngilizce ve Fransızca belki biraz Latince bilmesi içinde bulunduğu coğrafyada başarılı olması için yeterli… Oysa bir Türk vatandaşı, Rusça, Farsça, Arapça, Rumca, Bulgarca, Ermenice, Yahudice, İngilizce, Almanca, Fransızca ile muhatap olmak durumunda kültür olarak… Coğrafyamız, dünya kültürünün beşiği… Bu eşsiz coğrafya’da öğrenen insan olmak zor… Hiçbir zaman her şeyi öğrenmek, tam anlamıyla başarmak şansınız yok çünkü… Yalnızca daha ne kadar çok şey öğrenebileceğinizin farkına varıyorsunuz, Türkiye’mizde, öğrendikçe…
Tıpkı Efes’imizin Meryem Anası gibi… Öğrenmek tatlı bir hüzün … Öğrenmek büyük bir esra Türkiye’mizde…
Öğrenmek bir boy ölçüşmedir aynı zamanda… “Üniversiteye giden kişi orada verilen bilgilerle birlikte ama ondan daha önemlisi kendi boyunun ölçüsünü öğrenir”. Bir şeyler öğrendiğinizde öğrendiğiniz şeyi daha önce bildiklerinizle karşılaştırıp önemli veya önemsiz diye ayırırsınız… Aynı şekilde eskiden bildiğiniz şeyleri de yeni öğrendiğiniz şeye göre değerlendirme fırsatınız olur… Bir şeyler öğrendiğiniz sürece kendi değerinizi de böylece değerlendirme, kendi boyunuzun da ölçüsünü alma imkanınız olur.
Türkiye içinde bulunduğumuz dönemde Avrupa Birliğine girmek gibi çılgınca bir iddiaya kapılmış durumda... Ne kadar uzun süreye yayılırsa yayılsın, binlerce yıllık bir arıtma – damıtma işlemiyle oluşmuş kültürümüzün yetiştirdiği insanlarımızın Avrupa kültürü ile karşılaştıklarında ne gibi güçlükler doğacağını önceden ciddi ciddi düşünmek zorundayız…
İngiliz vatandaşları bütün Avrupa’da yalnız İngiliz dilini iyi bilmeleri nedeni ile üstün insan durumundadırlar. Yönetici pozisyonlar onlara verilir çünkü toplantı notlarını en iyi onlar tutar… Eğer toplumumuzu ve özellikle Avrupa’lılarla çalışacak olan kesimi hazırlamazsak insanlarımızda var olan her eksikliğin bedelini Avrupa’lılar bize nazik bir şekilde ve zevkle fatura edeceklerdir… Niye bizim insanımız nükleer santralde, cam fabrikasında insan sağlığını tehlikeye düşüren ve Avrupa’lının kendisinin yapmadığı işlerde çalışsın?
Evet, öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek vazgeçilmez bir esra günümüz Türkü için…
Avrupa Birliğine girme konusunda büyüklerimizin içinde bulunduğu çılgınca iddia yeni bir şey değil aslında… Mustafa Kemal ATATÜRK’ünki harf devrimi, Türk eğitimini bütünüyle modernleştirmesi, takvimi Batılılaştırması düşünüldüğünde çılgınca bir iddia… Üstelik bunlar başarılmış iddialar… Batılılaşmada Mustafa Kemal’in başarısı yalnız bir takım yenilikleri almakla yetinmeyip bunların yanında büyük ve köklü kültürel reformlar yapmış olmasına dayanır.
Mustafa Kemal’in Türkiye’yi Avrupa’nın organik bir parçası yapmak iddiası yoktu. Nitekim “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” demişti. Avrupa Birliğinin parçası olmak iddiasındaki günümüz yönetimleri Mustafa Kemal’den çok daha büyük bir çılgınca iddia peşindedirler… Üstelik bunu Mustafa Kemal’in reformlarından geri giden, çok yetersiz ve ne olduğu belirsiz bir eğitim politikası ile, Batı karşısında kendi milli değerlerimizin özünü atlayıp tamamen görüntüyü kurtarmaya yönelik şekilsel yöntemlerle, pratik ve kestirme çözümlerle gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Oysa geçmişte Batı karşısında başarılı olmamızı sağlayan nedenler ve bu gün tekrar başarılı olmamızı sağlayabilecek yöntemler günlük siyasi kaygılardan ve şablonlardan uzak bir şekilde araştırılmalıdır. Kendi içinde kapanıp bir takım değerler yaratmak ve onlara göre kendini değerlendirmek zamanı geçmeli artık…
Avrupa’da yaşamış çalışmış olan herkes bilir. Avrupa’da Türk olmak zordur. Bir yandan Avrupa kültürünü öğrenmek öte yandan öğrendiğiniz şeylerle ilgili olarak kendi kültürünüzü yeniden gözden geçirmek, kendi tarafınızda bilmediklerinizi tamamlamak zorunda kalırsınız. Kendiniz hakkında bilmediğiniz bazı şeyler size karşı avantaj sağlamak için ve bu arada ‘artık’ farkına varmanız için size karşı kullanılır… Avrupa’da hem Batı’yla tanışırsınız hem de kendinizi daha iyi anlamaya başlarsınız. Mustafa Kemal öldükten sonra reformlarının hızının kesilmesi ile yaratılan içe kapanıklılığın, öte yandan Cumhuriyet öncesi döneme ve dinin toplum içindeki olumlu işlevlerine karşı yaratılan sırt çevirmenin etkilerini ve daha bir çok şeyi yaşarsınız. Avrupa’da yaşarken daha önce fark etmediğiniz bir çok ayrıntılı olguyu yoğun olarak gözler ve tecrübe edinirsiniz. Avrupa’da tek başına Türk olmak zordur. Hele Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi durumunda bu tür kültürel yıkanma ve yenilenmelerin sağnak halinde 74 milyon Türk tarafından yaşanması acaba nasıl bir toplu psikolojik tecrübe olur?
Evet, öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra günümüz Türkiyesi için…
Peki, atalarımız geçmişte nasıl başardılar Avrupa’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafya içinde ayakta kalmayı? Barbaros’un bir leventi, ipek yolunda göçmen bir kabile… 2007 Türkiye’si onlardan neler öğrenebilir? Sorunun anahtarı hareket eden ve etkileştiği kültürleri ordan oraya taşıyan bir göçebe kültüründe belki de… İyi bir postacı düşününüz… O ne yapar? Kendisine emanet edilen paketleri, canı gibi korur, üstünde yazan adresteki alıcısına ulaştırır. İyi bir postacı, kendisine emanet edilen paketi kurcalamaz, açıp içine bakmaz. Aslında, Türk kültürüne bakıldığında, farkında olmadan bir çok şeyi içerdiği, Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya taşıdığı gözlenebilir. Bizim kültürümüzde konuşmak o kadar kıymetli değildir. Örneğin Mimar Sinan’ın yaptığı camiler dışında fazla bir yazıp bıraktığı şey yoktur. Hatta fazla konuşup herşeyi anlatan kişiler pek sevilmez bzim kültürümüzde, dokuz köyden kovulur. Bizim kültürümüz taşlarda, kağıtlarda değil insanların üzerinde yaşar. Taa uzaklardan gelen, gizli bir mesajdır Türk insanı. Uzağa giden biri ne getireyim diye sorduğunda “Kendini getir, yeter” deriz. Çünkü biz esrayı insanda ararız, başka yerde değil…
Öğrenmek bir hüzün, öğrenmek bir esra…
Öğrenmek her zaman bir hüzün olmak zorunda değil tabii… Öğrendiğiniz şey ne olursa olsun, sizin kendi içinizde bir şeyler varsa eğer… Öyle bir şeyler ki, her şeyinizin nedenini niçinini tartışmaya açabiliyorsanız, ve kendi, yalnız kendi özgüveninizle kabul edebiliyorsanız yanlışlarınızı, zayıflıklarınızı hiç tereddütsüz…. Gerektiğinde binlerce yıl önceki ecdadınızın kemiklerini inceleyecek yada milletçe topyekun yok olacağınız günün tarihini öğrenmek isteyecek kadar çılgınca cesursanız… Gerektiğinde Anadolu’muzun Meryemi gibi sessiz bir hüzünle gülümseyebiliyorsanız, öğrendiğiniz gerçeğe… O zaman BRAVO kelimesinin anlamını öğrenebilirsiniz Batı kültüründe…
Ali Riza SARAL
‘Quod scripsi scripsi’
‘Bravo’, Tizian, 1520, Viena GalerisiBravo, İtalyan’ca usta katil, hırsız anlamına gelir. Yeni bir şey bulan bir bilim adamı, bir sanatçı, insanlık kültürüne katkıda bulunan bir kişi ‘Bravo’ denerek alkışlanır… Yapılan hırsızlık, insanlığın potansiyel kültür birikiminden ustaca ve başkaları çalamadan yapılmıştır… Resimin mesajı, usta hırsızın kendisinden önce gelenin yakasına yapışıp ondan bir şey alması, öte yandan sol elindeki bıçağı tehdit gibi kullanmasıdır. Fakat dikkatli bakılırsa, bıçağın yalnızca kabzasının gözüktüğü ve bunun aynı zamanda bir kitap taşıma rulosunun sapı da olabileceği… Silahın bıçak kısmındaki beyazlığın dikkatli bakılırsa çok küçük bir ilham perisi gibi de değerlendirilebileceği… Her iki adamın yüz ifadeleri… Aslında usta hırsız sağ eli ile kendisinden önce gelenden çaldığını sol eli ile kendisinden sonra gelene çaktırmadan uzatıyor, bence… Dikkat ederseniz, Batı müziği konserlerinde orkestra şefleri eser ve icra beğenilirse, alkışlar sırasında seyirciye döner, sehpasının trabzanına tutunur ve alabildiğine boynunu eğer seyircisine… tıpkı Roma’da MS 100 yıllarında birbirleri ile ölesiye döğüşen gladyatörlerin kralın önüne gelip selam verip boyunlarını onun vereceği karara uzatmaları gibi… Bence konserde veya başka bir olayda doğru ve medeni olan yalnız alkışlamaktır. Ama alkışlanan kişi onca başarısına karşın, sizin önünüzde boyun eğiyorsa ancak o zaman, o kişinin boyun eğdiği süre içinde, kısaca ve duyulabilir şekilde birilerinin ‘Bravo’ demesi gerekir.
‘Pieta’, Michelangelo, 1508 – 1512 Roma, Sistine Chapel Çarmıhtan indirildiğinde, ‘tek başına yarattığı’ oğlu İsa’nın bile ‘ölümlü’ olduğu gerçeğini öğrenen Meryem
Öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra…Urdu dili Hindistan’da belirli bir bölgede konuşulan kendine özgü edebiyatı olan, uluslar arası tanınıp bilinen bir dil… ‘Urdu’ Türkçe ‘ordu’ demek. 1994’te, tesadüfen, NASA’da çalışan bir urdu’nun yaptığı çok küçük bir URDU – İNGİLİZCE sözlüğünü bulmuştum internet’te… Kelimelerin telaffuzları İngilizce okunuş kurallarına göre yazılmıştı. Bunları ses olarak düşündüğümde çarpıcı bir gerçekle karşılaşmıştım. Kelimelerin büyük bir kısmını anlıyordum. Urdu dilinin dilbilgisi değil ama kelimelerinin büyük bir kısmı çocukluğumdaki Türkçe ile ortaktı…
Bu sözlüğün bir güzel yanı da kelimelerin hangi dilden geldiğini belirtmesi idi. Bir çok kelimenin Urdu’caya öz Türkçe’den geçtiği belirtiliyordu. Daha önceden anlamını bilmediğim bazı kelime ve özel isimler Farsça, Türkçe, Hinduca, Sanskritçe ve Yunanca’dan geliyordu… Çok sevdiğim bir isim olan ‘Esra’ da Urduca ‘zaruret’ anlamına geliyordu…
Esra aasraa means of subsistence, protection, shelter.
Evet, öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra…
Türkiye’de öğrenen bir insan olmak… Zor… Atalarımız yüzyıllar boyu Orta Asya’dan Batı’ya, Güneye, Güney Doğuya göç etmişler. Üstelik bir kısmı da ipek yolu boyunca zaman zaman Batı’ya zaman zaman Doğu’ya göç etmişler… Oluşan Türk kültürünün bilgi ve görgü birikimi tarihte o noktaya varmış ki hiçbir güç onları durduramamış, Viyana’ya, Batı Akdeniz’e kadar gitmişler… Kültürümüz, bütün bu etkileşim ve tecrübelerin birikimini taşıyor içinde… Aslında ‘bizim’ dediğimiz şeylerin bazıları başka kültürlerden alınıp, arıtılıp damıtılıp bizim yapılmış. Örneğin ‘kolye’ kelimesi Fransızca ‘collier’ kelimesinden geliyor.
Bir Alman vatandaşı ile karşılaştırıldığında bir Türk’ün bilinçli olarak aynı kültürel sağlamlık ve denge içinde olması zor bir iş… Basit bir hesapla, bir Alman’ın İngilizce ve Fransızca belki biraz Latince bilmesi içinde bulunduğu coğrafyada başarılı olması için yeterli… Oysa bir Türk vatandaşı, Rusça, Farsça, Arapça, Rumca, Bulgarca, Ermenice, Yahudice, İngilizce, Almanca, Fransızca ile muhatap olmak durumunda kültür olarak… Coğrafyamız, dünya kültürünün beşiği… Bu eşsiz coğrafya’da öğrenen insan olmak zor… Hiçbir zaman her şeyi öğrenmek, tam anlamıyla başarmak şansınız yok çünkü… Yalnızca daha ne kadar çok şey öğrenebileceğinizin farkına varıyorsunuz, Türkiye’mizde, öğrendikçe…
Tıpkı Efes’imizin Meryem Anası gibi… Öğrenmek tatlı bir hüzün … Öğrenmek büyük bir esra Türkiye’mizde…
Öğrenmek bir boy ölçüşmedir aynı zamanda… “Üniversiteye giden kişi orada verilen bilgilerle birlikte ama ondan daha önemlisi kendi boyunun ölçüsünü öğrenir”. Bir şeyler öğrendiğinizde öğrendiğiniz şeyi daha önce bildiklerinizle karşılaştırıp önemli veya önemsiz diye ayırırsınız… Aynı şekilde eskiden bildiğiniz şeyleri de yeni öğrendiğiniz şeye göre değerlendirme fırsatınız olur… Bir şeyler öğrendiğiniz sürece kendi değerinizi de böylece değerlendirme, kendi boyunuzun da ölçüsünü alma imkanınız olur.
Türkiye içinde bulunduğumuz dönemde Avrupa Birliğine girmek gibi çılgınca bir iddiaya kapılmış durumda... Ne kadar uzun süreye yayılırsa yayılsın, binlerce yıllık bir arıtma – damıtma işlemiyle oluşmuş kültürümüzün yetiştirdiği insanlarımızın Avrupa kültürü ile karşılaştıklarında ne gibi güçlükler doğacağını önceden ciddi ciddi düşünmek zorundayız…
İngiliz vatandaşları bütün Avrupa’da yalnız İngiliz dilini iyi bilmeleri nedeni ile üstün insan durumundadırlar. Yönetici pozisyonlar onlara verilir çünkü toplantı notlarını en iyi onlar tutar… Eğer toplumumuzu ve özellikle Avrupa’lılarla çalışacak olan kesimi hazırlamazsak insanlarımızda var olan her eksikliğin bedelini Avrupa’lılar bize nazik bir şekilde ve zevkle fatura edeceklerdir… Niye bizim insanımız nükleer santralde, cam fabrikasında insan sağlığını tehlikeye düşüren ve Avrupa’lının kendisinin yapmadığı işlerde çalışsın?
Evet, öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek vazgeçilmez bir esra günümüz Türkü için…
Avrupa Birliğine girme konusunda büyüklerimizin içinde bulunduğu çılgınca iddia yeni bir şey değil aslında… Mustafa Kemal ATATÜRK’ünki harf devrimi, Türk eğitimini bütünüyle modernleştirmesi, takvimi Batılılaştırması düşünüldüğünde çılgınca bir iddia… Üstelik bunlar başarılmış iddialar… Batılılaşmada Mustafa Kemal’in başarısı yalnız bir takım yenilikleri almakla yetinmeyip bunların yanında büyük ve köklü kültürel reformlar yapmış olmasına dayanır.
Mustafa Kemal’in Türkiye’yi Avrupa’nın organik bir parçası yapmak iddiası yoktu. Nitekim “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” demişti. Avrupa Birliğinin parçası olmak iddiasındaki günümüz yönetimleri Mustafa Kemal’den çok daha büyük bir çılgınca iddia peşindedirler… Üstelik bunu Mustafa Kemal’in reformlarından geri giden, çok yetersiz ve ne olduğu belirsiz bir eğitim politikası ile, Batı karşısında kendi milli değerlerimizin özünü atlayıp tamamen görüntüyü kurtarmaya yönelik şekilsel yöntemlerle, pratik ve kestirme çözümlerle gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Oysa geçmişte Batı karşısında başarılı olmamızı sağlayan nedenler ve bu gün tekrar başarılı olmamızı sağlayabilecek yöntemler günlük siyasi kaygılardan ve şablonlardan uzak bir şekilde araştırılmalıdır. Kendi içinde kapanıp bir takım değerler yaratmak ve onlara göre kendini değerlendirmek zamanı geçmeli artık…
Avrupa’da yaşamış çalışmış olan herkes bilir. Avrupa’da Türk olmak zordur. Bir yandan Avrupa kültürünü öğrenmek öte yandan öğrendiğiniz şeylerle ilgili olarak kendi kültürünüzü yeniden gözden geçirmek, kendi tarafınızda bilmediklerinizi tamamlamak zorunda kalırsınız. Kendiniz hakkında bilmediğiniz bazı şeyler size karşı avantaj sağlamak için ve bu arada ‘artık’ farkına varmanız için size karşı kullanılır… Avrupa’da hem Batı’yla tanışırsınız hem de kendinizi daha iyi anlamaya başlarsınız. Mustafa Kemal öldükten sonra reformlarının hızının kesilmesi ile yaratılan içe kapanıklılığın, öte yandan Cumhuriyet öncesi döneme ve dinin toplum içindeki olumlu işlevlerine karşı yaratılan sırt çevirmenin etkilerini ve daha bir çok şeyi yaşarsınız. Avrupa’da yaşarken daha önce fark etmediğiniz bir çok ayrıntılı olguyu yoğun olarak gözler ve tecrübe edinirsiniz. Avrupa’da tek başına Türk olmak zordur. Hele Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi durumunda bu tür kültürel yıkanma ve yenilenmelerin sağnak halinde 74 milyon Türk tarafından yaşanması acaba nasıl bir toplu psikolojik tecrübe olur?
Evet, öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra günümüz Türkiyesi için…
Peki, atalarımız geçmişte nasıl başardılar Avrupa’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafya içinde ayakta kalmayı? Barbaros’un bir leventi, ipek yolunda göçmen bir kabile… 2007 Türkiye’si onlardan neler öğrenebilir? Sorunun anahtarı hareket eden ve etkileştiği kültürleri ordan oraya taşıyan bir göçebe kültüründe belki de… İyi bir postacı düşününüz… O ne yapar? Kendisine emanet edilen paketleri, canı gibi korur, üstünde yazan adresteki alıcısına ulaştırır. İyi bir postacı, kendisine emanet edilen paketi kurcalamaz, açıp içine bakmaz. Aslında, Türk kültürüne bakıldığında, farkında olmadan bir çok şeyi içerdiği, Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya taşıdığı gözlenebilir. Bizim kültürümüzde konuşmak o kadar kıymetli değildir. Örneğin Mimar Sinan’ın yaptığı camiler dışında fazla bir yazıp bıraktığı şey yoktur. Hatta fazla konuşup herşeyi anlatan kişiler pek sevilmez bzim kültürümüzde, dokuz köyden kovulur. Bizim kültürümüz taşlarda, kağıtlarda değil insanların üzerinde yaşar. Taa uzaklardan gelen, gizli bir mesajdır Türk insanı. Uzağa giden biri ne getireyim diye sorduğunda “Kendini getir, yeter” deriz. Çünkü biz esrayı insanda ararız, başka yerde değil…
Öğrenmek bir hüzün, öğrenmek bir esra…
Öğrenmek her zaman bir hüzün olmak zorunda değil tabii… Öğrendiğiniz şey ne olursa olsun, sizin kendi içinizde bir şeyler varsa eğer… Öyle bir şeyler ki, her şeyinizin nedenini niçinini tartışmaya açabiliyorsanız, ve kendi, yalnız kendi özgüveninizle kabul edebiliyorsanız yanlışlarınızı, zayıflıklarınızı hiç tereddütsüz…. Gerektiğinde binlerce yıl önceki ecdadınızın kemiklerini inceleyecek yada milletçe topyekun yok olacağınız günün tarihini öğrenmek isteyecek kadar çılgınca cesursanız… Gerektiğinde Anadolu’muzun Meryemi gibi sessiz bir hüzünle gülümseyebiliyorsanız, öğrendiğiniz gerçeğe… O zaman BRAVO kelimesinin anlamını öğrenebilirsiniz Batı kültüründe…
Ali Riza SARAL
‘Quod scripsi scripsi’
‘Bravo’, Tizian, 1520, Viena GalerisiBravo, İtalyan’ca usta katil, hırsız anlamına gelir. Yeni bir şey bulan bir bilim adamı, bir sanatçı, insanlık kültürüne katkıda bulunan bir kişi ‘Bravo’ denerek alkışlanır… Yapılan hırsızlık, insanlığın potansiyel kültür birikiminden ustaca ve başkaları çalamadan yapılmıştır… Resimin mesajı, usta hırsızın kendisinden önce gelenin yakasına yapışıp ondan bir şey alması, öte yandan sol elindeki bıçağı tehdit gibi kullanmasıdır. Fakat dikkatli bakılırsa, bıçağın yalnızca kabzasının gözüktüğü ve bunun aynı zamanda bir kitap taşıma rulosunun sapı da olabileceği… Silahın bıçak kısmındaki beyazlığın dikkatli bakılırsa çok küçük bir ilham perisi gibi de değerlendirilebileceği… Her iki adamın yüz ifadeleri… Aslında usta hırsız sağ eli ile kendisinden önce gelenden çaldığını sol eli ile kendisinden sonra gelene çaktırmadan uzatıyor, bence… Dikkat ederseniz, Batı müziği konserlerinde orkestra şefleri eser ve icra beğenilirse, alkışlar sırasında seyirciye döner, sehpasının trabzanına tutunur ve alabildiğine boynunu eğer seyircisine… tıpkı Roma’da MS 100 yıllarında birbirleri ile ölesiye döğüşen gladyatörlerin kralın önüne gelip selam verip boyunlarını onun vereceği karara uzatmaları gibi… Bence konserde veya başka bir olayda doğru ve medeni olan yalnız alkışlamaktır. Ama alkışlanan kişi onca başarısına karşın, sizin önünüzde boyun eğiyorsa ancak o zaman, o kişinin boyun eğdiği süre içinde, kısaca ve duyulabilir şekilde birilerinin ‘Bravo’ demesi gerekir.