I will be writing here about things that I can not write elsewhere. This will be a starting point for my ideas in LARGESYSTEMS and ATC (Air Traffic Control), software engineering, mathematics, arts, music composition, creativity, philosophy, religion and maybe a little politics... There will also be some references to articles I have written on that subject besides a short scratched idea... I hope you enjoy my scribbles... Ali R+ SARAL
Monday, November 26, 2007
Monday, September 17, 2007
İNSANIN MİHENGİ
İnsanın Mihengi
Mihenk taşı eskiden altının ayarını ölçmek için kullanılırdı. Miyar denilen bir aletle aynı hacimdeki altın ile mihenk taşı karşılaştırılır, altının yoğunluğu mihenk taşından çok ise altın ağır basardı. Böylece mihenk taşı altının kalitesinin belirlenmesini sağlardı.
Mihenk taşı yerine ölçüt ya da ölçü kelimelerini kullanıyoruz günlük dilimizde… Bir şeyin kalitesini değerlendirmek istediğimizde bütünsel bir ifade yerine, o şeyin kalitesini oluşturan unsurlardan bir tanesini seçip yalnızca o unsurun sağladığı bilgi cinsinden o şeyin kalitesini değerlendiriyoruz…
Örneğin bilgisayar yazılımlarının kalitesinin belirlenmesinde kullanılan yazılım karmaşıklık ölçütleri (software complexity metrics)… Bir bilgisayar programı ne kadar karmaşıksa o programın kullanımı sırasında istenmeyen bir hata çıkma olasılığı o kadar çoktur. Yazılım karmaşıklık ölçütleri program kodu satır sayısından komut sayısına, yuva(nest) sayı ve derinliğinden, belirli komutların kullanım sayılarına ya da McCabe’in kriterine kadar çok sayıda ölçüt içerir. Yazılım Mühendisliği literatüründe bu konuda nice kaynak bulmanız mümkün… (Profiling Software Through the Use of Metrics – Robillard and Coupal, Predictive Modeling Techniques of Software Quality from Software Measures – Khoshgoftaar et all.) Program kodu satır sayısı(LOC-lines of code) bu ölçütler arasında en çok benimsenip kullanılandır.
Aslında belirli bir ölçütün verdiği sayısal değer yalnız başına hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Karşılaştırmalı olarak, ya zaman içinde ya da farklı şeylerin karşılaştırılmasından elde edilen farklı değerlerin ifade ettiği göreceli anlama bakmak gerekir.
Basit bir şekilde ifade edecek olursak… Belirli bir konuyu dinleyicilere anlatacak konuşmacılarımız olsun… Eğer en geçerli yazılım kriterini seçersek, kriterimiz konuşmacıların kullandıkları kelime sayısı ya da konuşma süresi olsun… Buna göre, hata yapma olasılığı çok olan konuşmacılar, dertlerini makul bir süre veya kelime sayısı içinde anlatamayan konuşmacılardır… Öncelikle bu konuşmacılarla ilgili tedbir almak, bunların konuşmalarını daha önceden kontrol etmek faydalı olabilir… İlk bakışta çok aptalca gelebilir, fakat burada önemli olan eşik sürenin belirlenmesidir… Hatta, birkaç eşik belirlenerek risk seviyeleri tespit edilebilir. Bunun için ise, konuşmacıların konuşmalarının süreleri ve mümkünse anlatılan konunun karmaşıklığına ilişkin ampirik değerler tespit edilmelidir. Konu tamamen subjektif olduğu için, veri toplamak ve test aşamalarında aynı işlemleri aynı kişiler yapmalıdır…
Amerikan uzay mekiğinde çıkması olası yazılım hatalarını yakalamak için yazılım karmaşıklık ölçütleri (software complexity metrics) kullanılmaktadır. Seçilen ve kullanılan ölçütlerin geçerliğinin değerlendirilmesi konusunda çok güzel makaleler var(Validating Metrics for Ensuring Space shuttle Flight Software Quality - Schneidewind). Teknik ölçütler bir yana benzeri yaklaşımlar sosyal konularda da uygulanabilir…
Acaba insanları değerlendirirken nasıl bir ölçüt kullanabiliriz? Öyle bir ölçüt ki, iki farklı insanı yalnız bu ölçüte göre karşılaştırıp, o iki insanın artıları eksilerinin bütünü hakkında bir tahminde, bir değerlendirmede bulunabilelim… Öyle bir ölçüt ki, bir insanı bir yıl ara ile aynı ölçüte göre değerlendirdiğimizde, o insanın bir bütün olarak daha iyi, daha kaliteli olduğunu söyleyebilelim…
Hemen bir takım itiraz seslerini duyar gibi oluyorum… Biliyorum, insan karmaşık bir yaratık… Bir ana, bir baba, bir arkadaş, bir patron, bir mühendis, bir doktor… İnsan aynı anda birden çok ve değişen kimliklere sahip… Ayrıca her kimliği, çalışkanlık, beceriklilik, kolaylık, rahatlık gibi yüzlerce özelliğin bileşkesinden oluşuyor. Karşılaştırmak gibi olmasın ama, insanın karmaşıklığı tıpkı uzay mekiğinin karmaşıklığı gibi hem kendisi hem de çevresindekiler tarafından doğru yönetilmeyi bunun için de doğru değerlendirilmeyi gerektiriyor.
Öyle ise nedir insanın kalitesinin ölçütleri? Günümüz Türkiye’sinde bu ölçütlerin doğru belirlenmesi ve var olanların iyileştirilmesi yurdumuzun başarı şansını hayati derecede etkileyecektir.
İnsan kalitesinin en önde gelen ölçütü kişinin bilgiye karşı aldığı tavırdır. Aynı zamanda bu görüş yalnızca bireyler için değil her türlü kurum, kuruluş ve şirket gibi sosyal organizasyonlar için de geçerlidir.
On beş yıl önce, Harvard Universitesinin Harvard Business Review adlı iş yönetimi konulu dergisinde (1993 Temmuz) "Öğrenen Bir Kuruluş İnşa Etmek" (Building a Learning Organisation) adlı makalede şunu bulmuştum:
"Öğrenen bir kuruluş bilgiyi yaratmak, edinmek ve nakletmekte ve kendi davranışını bu yeni bilgi ve sağduyuyu yansıtacak şekilde değiştirmekte usta olan kuruluştur."
Günümüz Türkiyesi ve dünya koşullarında bir kurum, kuruluş veya şirketin kalitesinin mihenk taşı bilgiye karşı aldığı tutumdur.
Ali Rıza SARAL
Mihenk taşı eskiden altının ayarını ölçmek için kullanılırdı. Miyar denilen bir aletle aynı hacimdeki altın ile mihenk taşı karşılaştırılır, altının yoğunluğu mihenk taşından çok ise altın ağır basardı. Böylece mihenk taşı altının kalitesinin belirlenmesini sağlardı.
Mihenk taşı yerine ölçüt ya da ölçü kelimelerini kullanıyoruz günlük dilimizde… Bir şeyin kalitesini değerlendirmek istediğimizde bütünsel bir ifade yerine, o şeyin kalitesini oluşturan unsurlardan bir tanesini seçip yalnızca o unsurun sağladığı bilgi cinsinden o şeyin kalitesini değerlendiriyoruz…
Örneğin bilgisayar yazılımlarının kalitesinin belirlenmesinde kullanılan yazılım karmaşıklık ölçütleri (software complexity metrics)… Bir bilgisayar programı ne kadar karmaşıksa o programın kullanımı sırasında istenmeyen bir hata çıkma olasılığı o kadar çoktur. Yazılım karmaşıklık ölçütleri program kodu satır sayısından komut sayısına, yuva(nest) sayı ve derinliğinden, belirli komutların kullanım sayılarına ya da McCabe’in kriterine kadar çok sayıda ölçüt içerir. Yazılım Mühendisliği literatüründe bu konuda nice kaynak bulmanız mümkün… (Profiling Software Through the Use of Metrics – Robillard and Coupal, Predictive Modeling Techniques of Software Quality from Software Measures – Khoshgoftaar et all.) Program kodu satır sayısı(LOC-lines of code) bu ölçütler arasında en çok benimsenip kullanılandır.
Aslında belirli bir ölçütün verdiği sayısal değer yalnız başına hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Karşılaştırmalı olarak, ya zaman içinde ya da farklı şeylerin karşılaştırılmasından elde edilen farklı değerlerin ifade ettiği göreceli anlama bakmak gerekir.
Basit bir şekilde ifade edecek olursak… Belirli bir konuyu dinleyicilere anlatacak konuşmacılarımız olsun… Eğer en geçerli yazılım kriterini seçersek, kriterimiz konuşmacıların kullandıkları kelime sayısı ya da konuşma süresi olsun… Buna göre, hata yapma olasılığı çok olan konuşmacılar, dertlerini makul bir süre veya kelime sayısı içinde anlatamayan konuşmacılardır… Öncelikle bu konuşmacılarla ilgili tedbir almak, bunların konuşmalarını daha önceden kontrol etmek faydalı olabilir… İlk bakışta çok aptalca gelebilir, fakat burada önemli olan eşik sürenin belirlenmesidir… Hatta, birkaç eşik belirlenerek risk seviyeleri tespit edilebilir. Bunun için ise, konuşmacıların konuşmalarının süreleri ve mümkünse anlatılan konunun karmaşıklığına ilişkin ampirik değerler tespit edilmelidir. Konu tamamen subjektif olduğu için, veri toplamak ve test aşamalarında aynı işlemleri aynı kişiler yapmalıdır…
Amerikan uzay mekiğinde çıkması olası yazılım hatalarını yakalamak için yazılım karmaşıklık ölçütleri (software complexity metrics) kullanılmaktadır. Seçilen ve kullanılan ölçütlerin geçerliğinin değerlendirilmesi konusunda çok güzel makaleler var(Validating Metrics for Ensuring Space shuttle Flight Software Quality - Schneidewind). Teknik ölçütler bir yana benzeri yaklaşımlar sosyal konularda da uygulanabilir…
Acaba insanları değerlendirirken nasıl bir ölçüt kullanabiliriz? Öyle bir ölçüt ki, iki farklı insanı yalnız bu ölçüte göre karşılaştırıp, o iki insanın artıları eksilerinin bütünü hakkında bir tahminde, bir değerlendirmede bulunabilelim… Öyle bir ölçüt ki, bir insanı bir yıl ara ile aynı ölçüte göre değerlendirdiğimizde, o insanın bir bütün olarak daha iyi, daha kaliteli olduğunu söyleyebilelim…
Hemen bir takım itiraz seslerini duyar gibi oluyorum… Biliyorum, insan karmaşık bir yaratık… Bir ana, bir baba, bir arkadaş, bir patron, bir mühendis, bir doktor… İnsan aynı anda birden çok ve değişen kimliklere sahip… Ayrıca her kimliği, çalışkanlık, beceriklilik, kolaylık, rahatlık gibi yüzlerce özelliğin bileşkesinden oluşuyor. Karşılaştırmak gibi olmasın ama, insanın karmaşıklığı tıpkı uzay mekiğinin karmaşıklığı gibi hem kendisi hem de çevresindekiler tarafından doğru yönetilmeyi bunun için de doğru değerlendirilmeyi gerektiriyor.
Öyle ise nedir insanın kalitesinin ölçütleri? Günümüz Türkiye’sinde bu ölçütlerin doğru belirlenmesi ve var olanların iyileştirilmesi yurdumuzun başarı şansını hayati derecede etkileyecektir.
İnsan kalitesinin en önde gelen ölçütü kişinin bilgiye karşı aldığı tavırdır. Aynı zamanda bu görüş yalnızca bireyler için değil her türlü kurum, kuruluş ve şirket gibi sosyal organizasyonlar için de geçerlidir.
On beş yıl önce, Harvard Universitesinin Harvard Business Review adlı iş yönetimi konulu dergisinde (1993 Temmuz) "Öğrenen Bir Kuruluş İnşa Etmek" (Building a Learning Organisation) adlı makalede şunu bulmuştum:
"Öğrenen bir kuruluş bilgiyi yaratmak, edinmek ve nakletmekte ve kendi davranışını bu yeni bilgi ve sağduyuyu yansıtacak şekilde değiştirmekte usta olan kuruluştur."
Günümüz Türkiyesi ve dünya koşullarında bir kurum, kuruluş veya şirketin kalitesinin mihenk taşı bilgiye karşı aldığı tutumdur.
Ali Rıza SARAL
Tuesday, September 4, 2007
Öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra…
Öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra…
‘Pieta’, Michelangelo, 1508 – 1512 Roma, Sistine Chapel Çarmıhtan indirildiğinde, ‘tek başına yarattığı’ oğlu İsa’nın bile ‘ölümlü’ olduğu gerçeğini öğrenen Meryem
Öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra…Urdu dili Hindistan’da belirli bir bölgede konuşulan kendine özgü edebiyatı olan, uluslar arası tanınıp bilinen bir dil… ‘Urdu’ Türkçe ‘ordu’ demek. 1994’te, tesadüfen, NASA’da çalışan bir urdu’nun yaptığı çok küçük bir URDU – İNGİLİZCE sözlüğünü bulmuştum internet’te… Kelimelerin telaffuzları İngilizce okunuş kurallarına göre yazılmıştı. Bunları ses olarak düşündüğümde çarpıcı bir gerçekle karşılaşmıştım. Kelimelerin büyük bir kısmını anlıyordum. Urdu dilinin dilbilgisi değil ama kelimelerinin büyük bir kısmı çocukluğumdaki Türkçe ile ortaktı…
Bu sözlüğün bir güzel yanı da kelimelerin hangi dilden geldiğini belirtmesi idi. Bir çok kelimenin Urdu’caya öz Türkçe’den geçtiği belirtiliyordu. Daha önceden anlamını bilmediğim bazı kelime ve özel isimler Farsça, Türkçe, Hinduca, Sanskritçe ve Yunanca’dan geliyordu… Çok sevdiğim bir isim olan ‘Esra’ da Urduca ‘zaruret’ anlamına geliyordu…
Esra aasraa means of subsistence, protection, shelter.
Evet, öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra…
Türkiye’de öğrenen bir insan olmak… Zor… Atalarımız yüzyıllar boyu Orta Asya’dan Batı’ya, Güneye, Güney Doğuya göç etmişler. Üstelik bir kısmı da ipek yolu boyunca zaman zaman Batı’ya zaman zaman Doğu’ya göç etmişler… Oluşan Türk kültürünün bilgi ve görgü birikimi tarihte o noktaya varmış ki hiçbir güç onları durduramamış, Viyana’ya, Batı Akdeniz’e kadar gitmişler… Kültürümüz, bütün bu etkileşim ve tecrübelerin birikimini taşıyor içinde… Aslında ‘bizim’ dediğimiz şeylerin bazıları başka kültürlerden alınıp, arıtılıp damıtılıp bizim yapılmış. Örneğin ‘kolye’ kelimesi Fransızca ‘collier’ kelimesinden geliyor.
Bir Alman vatandaşı ile karşılaştırıldığında bir Türk’ün bilinçli olarak aynı kültürel sağlamlık ve denge içinde olması zor bir iş… Basit bir hesapla, bir Alman’ın İngilizce ve Fransızca belki biraz Latince bilmesi içinde bulunduğu coğrafyada başarılı olması için yeterli… Oysa bir Türk vatandaşı, Rusça, Farsça, Arapça, Rumca, Bulgarca, Ermenice, Yahudice, İngilizce, Almanca, Fransızca ile muhatap olmak durumunda kültür olarak… Coğrafyamız, dünya kültürünün beşiği… Bu eşsiz coğrafya’da öğrenen insan olmak zor… Hiçbir zaman her şeyi öğrenmek, tam anlamıyla başarmak şansınız yok çünkü… Yalnızca daha ne kadar çok şey öğrenebileceğinizin farkına varıyorsunuz, Türkiye’mizde, öğrendikçe…
Tıpkı Efes’imizin Meryem Anası gibi… Öğrenmek tatlı bir hüzün … Öğrenmek büyük bir esra Türkiye’mizde…
Öğrenmek bir boy ölçüşmedir aynı zamanda… “Üniversiteye giden kişi orada verilen bilgilerle birlikte ama ondan daha önemlisi kendi boyunun ölçüsünü öğrenir”. Bir şeyler öğrendiğinizde öğrendiğiniz şeyi daha önce bildiklerinizle karşılaştırıp önemli veya önemsiz diye ayırırsınız… Aynı şekilde eskiden bildiğiniz şeyleri de yeni öğrendiğiniz şeye göre değerlendirme fırsatınız olur… Bir şeyler öğrendiğiniz sürece kendi değerinizi de böylece değerlendirme, kendi boyunuzun da ölçüsünü alma imkanınız olur.
Türkiye içinde bulunduğumuz dönemde Avrupa Birliğine girmek gibi çılgınca bir iddiaya kapılmış durumda... Ne kadar uzun süreye yayılırsa yayılsın, binlerce yıllık bir arıtma – damıtma işlemiyle oluşmuş kültürümüzün yetiştirdiği insanlarımızın Avrupa kültürü ile karşılaştıklarında ne gibi güçlükler doğacağını önceden ciddi ciddi düşünmek zorundayız…
İngiliz vatandaşları bütün Avrupa’da yalnız İngiliz dilini iyi bilmeleri nedeni ile üstün insan durumundadırlar. Yönetici pozisyonlar onlara verilir çünkü toplantı notlarını en iyi onlar tutar… Eğer toplumumuzu ve özellikle Avrupa’lılarla çalışacak olan kesimi hazırlamazsak insanlarımızda var olan her eksikliğin bedelini Avrupa’lılar bize nazik bir şekilde ve zevkle fatura edeceklerdir… Niye bizim insanımız nükleer santralde, cam fabrikasında insan sağlığını tehlikeye düşüren ve Avrupa’lının kendisinin yapmadığı işlerde çalışsın?
Evet, öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek vazgeçilmez bir esra günümüz Türkü için…
Avrupa Birliğine girme konusunda büyüklerimizin içinde bulunduğu çılgınca iddia yeni bir şey değil aslında… Mustafa Kemal ATATÜRK’ünki harf devrimi, Türk eğitimini bütünüyle modernleştirmesi, takvimi Batılılaştırması düşünüldüğünde çılgınca bir iddia… Üstelik bunlar başarılmış iddialar… Batılılaşmada Mustafa Kemal’in başarısı yalnız bir takım yenilikleri almakla yetinmeyip bunların yanında büyük ve köklü kültürel reformlar yapmış olmasına dayanır.
Mustafa Kemal’in Türkiye’yi Avrupa’nın organik bir parçası yapmak iddiası yoktu. Nitekim “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” demişti. Avrupa Birliğinin parçası olmak iddiasındaki günümüz yönetimleri Mustafa Kemal’den çok daha büyük bir çılgınca iddia peşindedirler… Üstelik bunu Mustafa Kemal’in reformlarından geri giden, çok yetersiz ve ne olduğu belirsiz bir eğitim politikası ile, Batı karşısında kendi milli değerlerimizin özünü atlayıp tamamen görüntüyü kurtarmaya yönelik şekilsel yöntemlerle, pratik ve kestirme çözümlerle gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Oysa geçmişte Batı karşısında başarılı olmamızı sağlayan nedenler ve bu gün tekrar başarılı olmamızı sağlayabilecek yöntemler günlük siyasi kaygılardan ve şablonlardan uzak bir şekilde araştırılmalıdır. Kendi içinde kapanıp bir takım değerler yaratmak ve onlara göre kendini değerlendirmek zamanı geçmeli artık…
Avrupa’da yaşamış çalışmış olan herkes bilir. Avrupa’da Türk olmak zordur. Bir yandan Avrupa kültürünü öğrenmek öte yandan öğrendiğiniz şeylerle ilgili olarak kendi kültürünüzü yeniden gözden geçirmek, kendi tarafınızda bilmediklerinizi tamamlamak zorunda kalırsınız. Kendiniz hakkında bilmediğiniz bazı şeyler size karşı avantaj sağlamak için ve bu arada ‘artık’ farkına varmanız için size karşı kullanılır… Avrupa’da hem Batı’yla tanışırsınız hem de kendinizi daha iyi anlamaya başlarsınız. Mustafa Kemal öldükten sonra reformlarının hızının kesilmesi ile yaratılan içe kapanıklılığın, öte yandan Cumhuriyet öncesi döneme ve dinin toplum içindeki olumlu işlevlerine karşı yaratılan sırt çevirmenin etkilerini ve daha bir çok şeyi yaşarsınız. Avrupa’da yaşarken daha önce fark etmediğiniz bir çok ayrıntılı olguyu yoğun olarak gözler ve tecrübe edinirsiniz. Avrupa’da tek başına Türk olmak zordur. Hele Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi durumunda bu tür kültürel yıkanma ve yenilenmelerin sağnak halinde 74 milyon Türk tarafından yaşanması acaba nasıl bir toplu psikolojik tecrübe olur?
Evet, öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra günümüz Türkiyesi için…
Peki, atalarımız geçmişte nasıl başardılar Avrupa’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafya içinde ayakta kalmayı? Barbaros’un bir leventi, ipek yolunda göçmen bir kabile… 2007 Türkiye’si onlardan neler öğrenebilir? Sorunun anahtarı hareket eden ve etkileştiği kültürleri ordan oraya taşıyan bir göçebe kültüründe belki de… İyi bir postacı düşününüz… O ne yapar? Kendisine emanet edilen paketleri, canı gibi korur, üstünde yazan adresteki alıcısına ulaştırır. İyi bir postacı, kendisine emanet edilen paketi kurcalamaz, açıp içine bakmaz. Aslında, Türk kültürüne bakıldığında, farkında olmadan bir çok şeyi içerdiği, Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya taşıdığı gözlenebilir. Bizim kültürümüzde konuşmak o kadar kıymetli değildir. Örneğin Mimar Sinan’ın yaptığı camiler dışında fazla bir yazıp bıraktığı şey yoktur. Hatta fazla konuşup herşeyi anlatan kişiler pek sevilmez bzim kültürümüzde, dokuz köyden kovulur. Bizim kültürümüz taşlarda, kağıtlarda değil insanların üzerinde yaşar. Taa uzaklardan gelen, gizli bir mesajdır Türk insanı. Uzağa giden biri ne getireyim diye sorduğunda “Kendini getir, yeter” deriz. Çünkü biz esrayı insanda ararız, başka yerde değil…
Öğrenmek bir hüzün, öğrenmek bir esra…
Öğrenmek her zaman bir hüzün olmak zorunda değil tabii… Öğrendiğiniz şey ne olursa olsun, sizin kendi içinizde bir şeyler varsa eğer… Öyle bir şeyler ki, her şeyinizin nedenini niçinini tartışmaya açabiliyorsanız, ve kendi, yalnız kendi özgüveninizle kabul edebiliyorsanız yanlışlarınızı, zayıflıklarınızı hiç tereddütsüz…. Gerektiğinde binlerce yıl önceki ecdadınızın kemiklerini inceleyecek yada milletçe topyekun yok olacağınız günün tarihini öğrenmek isteyecek kadar çılgınca cesursanız… Gerektiğinde Anadolu’muzun Meryemi gibi sessiz bir hüzünle gülümseyebiliyorsanız, öğrendiğiniz gerçeğe… O zaman BRAVO kelimesinin anlamını öğrenebilirsiniz Batı kültüründe…
Ali Riza SARAL
‘Quod scripsi scripsi’
‘Bravo’, Tizian, 1520, Viena GalerisiBravo, İtalyan’ca usta katil, hırsız anlamına gelir. Yeni bir şey bulan bir bilim adamı, bir sanatçı, insanlık kültürüne katkıda bulunan bir kişi ‘Bravo’ denerek alkışlanır… Yapılan hırsızlık, insanlığın potansiyel kültür birikiminden ustaca ve başkaları çalamadan yapılmıştır… Resimin mesajı, usta hırsızın kendisinden önce gelenin yakasına yapışıp ondan bir şey alması, öte yandan sol elindeki bıçağı tehdit gibi kullanmasıdır. Fakat dikkatli bakılırsa, bıçağın yalnızca kabzasının gözüktüğü ve bunun aynı zamanda bir kitap taşıma rulosunun sapı da olabileceği… Silahın bıçak kısmındaki beyazlığın dikkatli bakılırsa çok küçük bir ilham perisi gibi de değerlendirilebileceği… Her iki adamın yüz ifadeleri… Aslında usta hırsız sağ eli ile kendisinden önce gelenden çaldığını sol eli ile kendisinden sonra gelene çaktırmadan uzatıyor, bence… Dikkat ederseniz, Batı müziği konserlerinde orkestra şefleri eser ve icra beğenilirse, alkışlar sırasında seyirciye döner, sehpasının trabzanına tutunur ve alabildiğine boynunu eğer seyircisine… tıpkı Roma’da MS 100 yıllarında birbirleri ile ölesiye döğüşen gladyatörlerin kralın önüne gelip selam verip boyunlarını onun vereceği karara uzatmaları gibi… Bence konserde veya başka bir olayda doğru ve medeni olan yalnız alkışlamaktır. Ama alkışlanan kişi onca başarısına karşın, sizin önünüzde boyun eğiyorsa ancak o zaman, o kişinin boyun eğdiği süre içinde, kısaca ve duyulabilir şekilde birilerinin ‘Bravo’ demesi gerekir.
‘Pieta’, Michelangelo, 1508 – 1512 Roma, Sistine Chapel Çarmıhtan indirildiğinde, ‘tek başına yarattığı’ oğlu İsa’nın bile ‘ölümlü’ olduğu gerçeğini öğrenen Meryem
Öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra…Urdu dili Hindistan’da belirli bir bölgede konuşulan kendine özgü edebiyatı olan, uluslar arası tanınıp bilinen bir dil… ‘Urdu’ Türkçe ‘ordu’ demek. 1994’te, tesadüfen, NASA’da çalışan bir urdu’nun yaptığı çok küçük bir URDU – İNGİLİZCE sözlüğünü bulmuştum internet’te… Kelimelerin telaffuzları İngilizce okunuş kurallarına göre yazılmıştı. Bunları ses olarak düşündüğümde çarpıcı bir gerçekle karşılaşmıştım. Kelimelerin büyük bir kısmını anlıyordum. Urdu dilinin dilbilgisi değil ama kelimelerinin büyük bir kısmı çocukluğumdaki Türkçe ile ortaktı…
Bu sözlüğün bir güzel yanı da kelimelerin hangi dilden geldiğini belirtmesi idi. Bir çok kelimenin Urdu’caya öz Türkçe’den geçtiği belirtiliyordu. Daha önceden anlamını bilmediğim bazı kelime ve özel isimler Farsça, Türkçe, Hinduca, Sanskritçe ve Yunanca’dan geliyordu… Çok sevdiğim bir isim olan ‘Esra’ da Urduca ‘zaruret’ anlamına geliyordu…
Esra aasraa means of subsistence, protection, shelter.
Evet, öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra…
Türkiye’de öğrenen bir insan olmak… Zor… Atalarımız yüzyıllar boyu Orta Asya’dan Batı’ya, Güneye, Güney Doğuya göç etmişler. Üstelik bir kısmı da ipek yolu boyunca zaman zaman Batı’ya zaman zaman Doğu’ya göç etmişler… Oluşan Türk kültürünün bilgi ve görgü birikimi tarihte o noktaya varmış ki hiçbir güç onları durduramamış, Viyana’ya, Batı Akdeniz’e kadar gitmişler… Kültürümüz, bütün bu etkileşim ve tecrübelerin birikimini taşıyor içinde… Aslında ‘bizim’ dediğimiz şeylerin bazıları başka kültürlerden alınıp, arıtılıp damıtılıp bizim yapılmış. Örneğin ‘kolye’ kelimesi Fransızca ‘collier’ kelimesinden geliyor.
Bir Alman vatandaşı ile karşılaştırıldığında bir Türk’ün bilinçli olarak aynı kültürel sağlamlık ve denge içinde olması zor bir iş… Basit bir hesapla, bir Alman’ın İngilizce ve Fransızca belki biraz Latince bilmesi içinde bulunduğu coğrafyada başarılı olması için yeterli… Oysa bir Türk vatandaşı, Rusça, Farsça, Arapça, Rumca, Bulgarca, Ermenice, Yahudice, İngilizce, Almanca, Fransızca ile muhatap olmak durumunda kültür olarak… Coğrafyamız, dünya kültürünün beşiği… Bu eşsiz coğrafya’da öğrenen insan olmak zor… Hiçbir zaman her şeyi öğrenmek, tam anlamıyla başarmak şansınız yok çünkü… Yalnızca daha ne kadar çok şey öğrenebileceğinizin farkına varıyorsunuz, Türkiye’mizde, öğrendikçe…
Tıpkı Efes’imizin Meryem Anası gibi… Öğrenmek tatlı bir hüzün … Öğrenmek büyük bir esra Türkiye’mizde…
Öğrenmek bir boy ölçüşmedir aynı zamanda… “Üniversiteye giden kişi orada verilen bilgilerle birlikte ama ondan daha önemlisi kendi boyunun ölçüsünü öğrenir”. Bir şeyler öğrendiğinizde öğrendiğiniz şeyi daha önce bildiklerinizle karşılaştırıp önemli veya önemsiz diye ayırırsınız… Aynı şekilde eskiden bildiğiniz şeyleri de yeni öğrendiğiniz şeye göre değerlendirme fırsatınız olur… Bir şeyler öğrendiğiniz sürece kendi değerinizi de böylece değerlendirme, kendi boyunuzun da ölçüsünü alma imkanınız olur.
Türkiye içinde bulunduğumuz dönemde Avrupa Birliğine girmek gibi çılgınca bir iddiaya kapılmış durumda... Ne kadar uzun süreye yayılırsa yayılsın, binlerce yıllık bir arıtma – damıtma işlemiyle oluşmuş kültürümüzün yetiştirdiği insanlarımızın Avrupa kültürü ile karşılaştıklarında ne gibi güçlükler doğacağını önceden ciddi ciddi düşünmek zorundayız…
İngiliz vatandaşları bütün Avrupa’da yalnız İngiliz dilini iyi bilmeleri nedeni ile üstün insan durumundadırlar. Yönetici pozisyonlar onlara verilir çünkü toplantı notlarını en iyi onlar tutar… Eğer toplumumuzu ve özellikle Avrupa’lılarla çalışacak olan kesimi hazırlamazsak insanlarımızda var olan her eksikliğin bedelini Avrupa’lılar bize nazik bir şekilde ve zevkle fatura edeceklerdir… Niye bizim insanımız nükleer santralde, cam fabrikasında insan sağlığını tehlikeye düşüren ve Avrupa’lının kendisinin yapmadığı işlerde çalışsın?
Evet, öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek vazgeçilmez bir esra günümüz Türkü için…
Avrupa Birliğine girme konusunda büyüklerimizin içinde bulunduğu çılgınca iddia yeni bir şey değil aslında… Mustafa Kemal ATATÜRK’ünki harf devrimi, Türk eğitimini bütünüyle modernleştirmesi, takvimi Batılılaştırması düşünüldüğünde çılgınca bir iddia… Üstelik bunlar başarılmış iddialar… Batılılaşmada Mustafa Kemal’in başarısı yalnız bir takım yenilikleri almakla yetinmeyip bunların yanında büyük ve köklü kültürel reformlar yapmış olmasına dayanır.
Mustafa Kemal’in Türkiye’yi Avrupa’nın organik bir parçası yapmak iddiası yoktu. Nitekim “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” demişti. Avrupa Birliğinin parçası olmak iddiasındaki günümüz yönetimleri Mustafa Kemal’den çok daha büyük bir çılgınca iddia peşindedirler… Üstelik bunu Mustafa Kemal’in reformlarından geri giden, çok yetersiz ve ne olduğu belirsiz bir eğitim politikası ile, Batı karşısında kendi milli değerlerimizin özünü atlayıp tamamen görüntüyü kurtarmaya yönelik şekilsel yöntemlerle, pratik ve kestirme çözümlerle gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Oysa geçmişte Batı karşısında başarılı olmamızı sağlayan nedenler ve bu gün tekrar başarılı olmamızı sağlayabilecek yöntemler günlük siyasi kaygılardan ve şablonlardan uzak bir şekilde araştırılmalıdır. Kendi içinde kapanıp bir takım değerler yaratmak ve onlara göre kendini değerlendirmek zamanı geçmeli artık…
Avrupa’da yaşamış çalışmış olan herkes bilir. Avrupa’da Türk olmak zordur. Bir yandan Avrupa kültürünü öğrenmek öte yandan öğrendiğiniz şeylerle ilgili olarak kendi kültürünüzü yeniden gözden geçirmek, kendi tarafınızda bilmediklerinizi tamamlamak zorunda kalırsınız. Kendiniz hakkında bilmediğiniz bazı şeyler size karşı avantaj sağlamak için ve bu arada ‘artık’ farkına varmanız için size karşı kullanılır… Avrupa’da hem Batı’yla tanışırsınız hem de kendinizi daha iyi anlamaya başlarsınız. Mustafa Kemal öldükten sonra reformlarının hızının kesilmesi ile yaratılan içe kapanıklılığın, öte yandan Cumhuriyet öncesi döneme ve dinin toplum içindeki olumlu işlevlerine karşı yaratılan sırt çevirmenin etkilerini ve daha bir çok şeyi yaşarsınız. Avrupa’da yaşarken daha önce fark etmediğiniz bir çok ayrıntılı olguyu yoğun olarak gözler ve tecrübe edinirsiniz. Avrupa’da tek başına Türk olmak zordur. Hele Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi durumunda bu tür kültürel yıkanma ve yenilenmelerin sağnak halinde 74 milyon Türk tarafından yaşanması acaba nasıl bir toplu psikolojik tecrübe olur?
Evet, öğrenmek bir hüzün… Öğrenmek bir esra günümüz Türkiyesi için…
Peki, atalarımız geçmişte nasıl başardılar Avrupa’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafya içinde ayakta kalmayı? Barbaros’un bir leventi, ipek yolunda göçmen bir kabile… 2007 Türkiye’si onlardan neler öğrenebilir? Sorunun anahtarı hareket eden ve etkileştiği kültürleri ordan oraya taşıyan bir göçebe kültüründe belki de… İyi bir postacı düşününüz… O ne yapar? Kendisine emanet edilen paketleri, canı gibi korur, üstünde yazan adresteki alıcısına ulaştırır. İyi bir postacı, kendisine emanet edilen paketi kurcalamaz, açıp içine bakmaz. Aslında, Türk kültürüne bakıldığında, farkında olmadan bir çok şeyi içerdiği, Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya taşıdığı gözlenebilir. Bizim kültürümüzde konuşmak o kadar kıymetli değildir. Örneğin Mimar Sinan’ın yaptığı camiler dışında fazla bir yazıp bıraktığı şey yoktur. Hatta fazla konuşup herşeyi anlatan kişiler pek sevilmez bzim kültürümüzde, dokuz köyden kovulur. Bizim kültürümüz taşlarda, kağıtlarda değil insanların üzerinde yaşar. Taa uzaklardan gelen, gizli bir mesajdır Türk insanı. Uzağa giden biri ne getireyim diye sorduğunda “Kendini getir, yeter” deriz. Çünkü biz esrayı insanda ararız, başka yerde değil…
Öğrenmek bir hüzün, öğrenmek bir esra…
Öğrenmek her zaman bir hüzün olmak zorunda değil tabii… Öğrendiğiniz şey ne olursa olsun, sizin kendi içinizde bir şeyler varsa eğer… Öyle bir şeyler ki, her şeyinizin nedenini niçinini tartışmaya açabiliyorsanız, ve kendi, yalnız kendi özgüveninizle kabul edebiliyorsanız yanlışlarınızı, zayıflıklarınızı hiç tereddütsüz…. Gerektiğinde binlerce yıl önceki ecdadınızın kemiklerini inceleyecek yada milletçe topyekun yok olacağınız günün tarihini öğrenmek isteyecek kadar çılgınca cesursanız… Gerektiğinde Anadolu’muzun Meryemi gibi sessiz bir hüzünle gülümseyebiliyorsanız, öğrendiğiniz gerçeğe… O zaman BRAVO kelimesinin anlamını öğrenebilirsiniz Batı kültüründe…
Ali Riza SARAL
‘Quod scripsi scripsi’
‘Bravo’, Tizian, 1520, Viena GalerisiBravo, İtalyan’ca usta katil, hırsız anlamına gelir. Yeni bir şey bulan bir bilim adamı, bir sanatçı, insanlık kültürüne katkıda bulunan bir kişi ‘Bravo’ denerek alkışlanır… Yapılan hırsızlık, insanlığın potansiyel kültür birikiminden ustaca ve başkaları çalamadan yapılmıştır… Resimin mesajı, usta hırsızın kendisinden önce gelenin yakasına yapışıp ondan bir şey alması, öte yandan sol elindeki bıçağı tehdit gibi kullanmasıdır. Fakat dikkatli bakılırsa, bıçağın yalnızca kabzasının gözüktüğü ve bunun aynı zamanda bir kitap taşıma rulosunun sapı da olabileceği… Silahın bıçak kısmındaki beyazlığın dikkatli bakılırsa çok küçük bir ilham perisi gibi de değerlendirilebileceği… Her iki adamın yüz ifadeleri… Aslında usta hırsız sağ eli ile kendisinden önce gelenden çaldığını sol eli ile kendisinden sonra gelene çaktırmadan uzatıyor, bence… Dikkat ederseniz, Batı müziği konserlerinde orkestra şefleri eser ve icra beğenilirse, alkışlar sırasında seyirciye döner, sehpasının trabzanına tutunur ve alabildiğine boynunu eğer seyircisine… tıpkı Roma’da MS 100 yıllarında birbirleri ile ölesiye döğüşen gladyatörlerin kralın önüne gelip selam verip boyunlarını onun vereceği karara uzatmaları gibi… Bence konserde veya başka bir olayda doğru ve medeni olan yalnız alkışlamaktır. Ama alkışlanan kişi onca başarısına karşın, sizin önünüzde boyun eğiyorsa ancak o zaman, o kişinin boyun eğdiği süre içinde, kısaca ve duyulabilir şekilde birilerinin ‘Bravo’ demesi gerekir.
Thursday, June 21, 2007
BİLKENT Farkı
Geçen yıl BİLKENT Üniversitesinin düzenlediği bir Müzik konferansında, davet üzerine , Mental Risks in Musical Composition adlı makalemi sunmuştum. Makale konuyu özellikle yaratıcılık açısından irdeliyordu. Bu makale daha önce ITU MIAM 2004 konferansı için yazmış olduğum aynı adlı 26 sayfa uzunlukta İngilizce bir metnin 3-4 sahifeye indirilmesi ve Pieta vb konuların eklenmesini içeriyordu.
Gecenlerde sayın Oğuz ELBAŞ şu mektubu ve makalemin Türkçesini yolladı;
Sayın Ali Riza bey,
Kongre kitabi nihayet basiliyor.
Sizin metnin cevirisi ekte yer almaktadir.
Lutfen kon tr ol ederek gerekli noktalari duzeltirseniz cok iyi olur.
İyi calısmalar, selamlar..
Oguz ELBAS
Makalemi bu blogta bulabilirsiniz.
Türkiye'de çabuk anlyan ve gereğini çabuk yapan insan azdır. Aslında her yerde de o kadar çok bulamazssınız. BİLKENT'in konferansına çok katılma imkanım olmadı fakat yaptıkları her işte motivasyon faktörünü çok iyi yönettiklerini gözlemek mümkün... En önemlisi pırıl pırl insanlar, pırıl pırl kafalar. Tesekkür ederim.
Ali R+ SARAL
Gecenlerde sayın Oğuz ELBAŞ şu mektubu ve makalemin Türkçesini yolladı;
Sayın Ali Riza bey,
Kongre kitabi nihayet basiliyor.
Sizin metnin cevirisi ekte yer almaktadir.
Lutfen kon tr ol ederek gerekli noktalari duzeltirseniz cok iyi olur.
İyi calısmalar, selamlar..
Oguz ELBAS
Makalemi bu blogta bulabilirsiniz.
Türkiye'de çabuk anlyan ve gereğini çabuk yapan insan azdır. Aslında her yerde de o kadar çok bulamazssınız. BİLKENT'in konferansına çok katılma imkanım olmadı fakat yaptıkları her işte motivasyon faktörünü çok iyi yönettiklerini gözlemek mümkün... En önemlisi pırıl pırl insanlar, pırıl pırl kafalar. Tesekkür ederim.
Ali R+ SARAL
Wednesday, April 18, 2007
The Catcher In The Rye - J. D. SALINGER
"The mark of the immature man is that he wants to die nobly for a cause, while the mark of the mature man is that he wants to live humbly for one."
J. D. SALINGER
The Catcher In The Rye
J. D. SALINGER
The Catcher In The Rye
Tuesday, April 10, 2007
YAPIŞAN DÜŞÜNCELER
YAPIŞAN DÜŞÜNCELER
Kitap tanıtımlarına giriş
Alman Nazileri tarafından toplama kampı veya gaz odasında ölüme götürülmemek için Yahudi ailelerin bazıları Avrupa’dan Amerika’ya kaçabilmişti II. Dünya savaşı sırasında. Reader’s Digest adlı Amerikan aile dergisinde okumuştum… Yaşlı bir Amerikan Yahudisi bayan 40’lı yıllardaki küçüklüğünde ailesi ile birlikte Almanya’dan nasıl kaçtığını anlatıyordu…
Nazi’lerin çok yaklaştığı sırada, Yahudi aile bir çiftlik evinin bodrumundan yapılmış sığınakta saklanmak zorunda kalır. Uzun süre yemek, uyku ve tuvalet ihtiyaçlarını hep aynı kapalı mekanda gidermek zorunda kalacaklardır… Küçük kızın babası Naziler gelmeden önceki bir kaç saat içinde onu son bir defa bahçeye çıkartır… Ona “Bak, şimdi son bir defa bu bahar kokusunu kokla, temiz havayı içine çek! Onu küçük küçük paketler yapıp cebine koy… İçeride kalacağımız süre boyunca canın sıkıldığında o küçük paketleri tek tek aç, bu anı, bu temiz havayı hatırla!” der.
Gerçekten kişinin depresif olduğu ya da uyku uyuyamadığı durumlarda psikologların tavsiye ettiği bir kişisel mücadele şeklidir, geçmişte yaşadığınız güzel bir anı kafanızda canlandırmak… Uzmanı değilim ama tekrar tekrar gözüme çarpan bir olgu, Yahudi kültürünün gerçeği kavramaktaki ustalığı. Bu ustalık bazen çok kısa vadeli ve kişisel amaçlı olarak kullanılabildiği gibi bazen de atom bombasını yapan bilim adamı grubundaki bazı yahudilerin yaptığı gibi, atom bombasının tek kişinin elinde olmasını engellemeye cüret edebilecek, onu Rus tarafına sızdıracak, çılgınca bir cesarete dönüşebiliyor zaman zaman…
Mısır firavunlarının zamanından, binlerce yıl öncenin sağduyusundan gelip, binlerce yıl sonraki kendi varlığını ve dolayısıyla insan varlığını korumaya cesaret edebilen bireylerin kültürü… Levanten kültürü, Ceneviz denizcilik becerisi, iletişim ustalığı, seyrüsefer yeteneği, küçük bir mekanda, gemide korkunç dalgalara ve bilinmeyene karşı yol alan bir ekibin psikolojisi, ticaretin insan halinden anlama yeteneği…
Ülkemizin Avrupa Birliğine yaklaştığı bir dönemdeyiz. Üstelik, eskisi gibi yalnızca faydacı bir anlayıştan öte, Avrupa kültürünün bir parçası olmak, onu da kendimizin bir parçası yapmak iddiası bile söz konusu… Bu durumda, gözümüze ilişen her güzel taşı kapıp çantamıza koymak yerine, aldıklarımızı biraz incelememiz, bunlar nereden gelmiş, nasıl gelişmiş, neyin devamı olarak ortaya çıkmış diye biraz sorgulamamız gerekmez mi?
İnsan gerçeği tektir… Her şeyin başlangıcı insandır. Ama her kültür birbirinden farklıdır. Basit bir diferansiyel denklemin bile farklı başlangıç koşulları vardır. O denklemin çözümü, başlangıç anında nerede olduğunuza, başlangıçta seçtiğiniz yöne, başlangıç hızına ve hangi güçle o işe giriştiğinize bağlıdır. Dikkat edilirse insan kültürü de bu denklemlerden oluşmuş canlı-dinamik bir sistemden çok farklı değildir…
Avrupa kültüründen faydalanırken ona katkıda bulunan Yahudi ticareti, Ceneviz denizciliği, Yunan felsefesi gibi kültürel değerleri ve bunların etkilerini iyi tartabilmek gerekir… Bunu sağlıklı yapabilmek, Avrupa kültürünü anlayabilmek ve ona katkıda bulunabilmek için de kendi kültürümüzü, dinimizi çok iyi bilmek ve anlamak gerekir.
Avrupalı dostlarımız, herkese farklı görünür der ama insan gerçeği tektir. İnsan doğar, yaşar, ölür… Belki insan kültürünün başlangıç noktaları aynıdır ama başlangıçtan bu yana geçen binlerce yıl düşünüldüğünde, kültürün dinamik denklem sisteminin birden çok doğru cevabı vardır. Batıda her gördüğümüz doğru bize ait her şeyin yanlış olduğu anlamına gelmez. Kendi yanlışlarımızı bulup düzelttiğimiz her durumda da, Batı’nın bunu görüp doğru değerlendirebilmesini beklememiz çocukça bir yaklaşım olur. Önemli olan kendimiz için, kendimize uyanı, kendimize yakışanı, bize yaraşan şekilde yapmaktır.
Bu yazım ile birlikte gerek Batı’dan gerek Doğu’dan çeşitli kitap tanıtımlarına başlayacağım. Bunlar arasında Thucydides’in Peleponnes Savaşı, Çin’den Sun Tzu’nun Savaş Sanatı, Gershon Winkler’in Kabbalah 365, Tibet Budizmi, Bury’nin Yunan Tarihi, Akurgal’ın Hitit Tarihi, Heredot Tarihi, İspanya’dan Gracian’ın Sağduyu Sanatı gibi kitaplar olacak… Ayrıca Mevlana’dan Mesnevi, anonim Kutad Gubilig, Dede Korkut Hikayeleri gibi kaynaklara da değinmek niyetindeyim… Bu hafta Ankara Fen Lisesinden dostum San Diego’da psikiyatrist profesor Mehmet DOKUCU’nun tanımama vesile olduğu NPR National Public Radio – Amerikan Milli Halk Radyosu’nda dinlediğim bir internet programından bahsetmek istiyorum… Bu program son haftalardan birinde “Yapışan Düşünceler” adlı bir kitabın tanıtımını yaptı. Programi dinledikten sonra editörümüz, ağabeyim Niyazi Bey ile de üzerinde konuştuk. Sonuçta Niyazi internetten kitabın bir kısmının manuscriptini buldu ve benim bu yazıyı yazmamı ısrarla istedi. İşte bu manuscriptin kısa bir özeti…
Ali Rıza SARAL
‘Yapışmak İçin Yapılmış’ - Made To Stick
Neden Bazı Düşünceler Kalır Diğerleri Ölür?
Chip and Dan HEATH
Random House
New York
Sık sık iş seyahatlerine çıkan bir tüccar akşam otel odasında sıkılmış bara inip bir içki içmiş. Daha sonra barda tanıştığı bir bayan ile sohbet etmeye başlamış. Bayan kendisine bir içki ısmarlamayı teklif etmiş daha sonra içkileri kendi eli ile bardan alıp getirmiş. İş adamının daha sonra hatırladığı ilk şey odasında buz dolu bir banyo küvetinde uyandığı... Küvetin kenarına bırakılmış notu okuduğu… Notta hemen ilk yardıma telefon etmesi ve kuvetin içinde sakin sakin beklemesi gerektiği yazılı… Ayrıca elini sırtına doğru götürürse bir sonda bulacağı çünkü böbreklerinden birinin çalınmış olduğu…
Bu böbrek hırsızlığı hikayesi yapışıcı… Çünkü bunu anlıyoruz, ezberliyoruz ve başka birine tekrar anlatabiliyoruz… Ve eğer doğru olduğuna inanırsak davranış biçimimiz kalıcı olarak değişmiş olabilir – en azından çekici yabancıların içki tekliflerini doğru değerlendirmek konusunda…
Bazı düşünceler kendi yapısı gereği ilgi çekici, bazıları ise içsel olarak ilgi çekici değil… Doğuştan veya yetiştirerek ikilemine göre – düşünceler ilginç olarak mı doğar yoksa geliştirilebilirler mi? Dünyada başarılı olmaları için düşüncelerimizi nasıl geliştiririz? İyi düşünceler bu dünyada başarılı olmakta güçlük çekiyorlar. Peki, doğru, değerli bir düşüncenin anlattığımız gibi gerçek olmayan bir hikayenin etkinliği ile dünyayı dolaşmasını sağlamak mümkün mü?
Günlük hayatımız ilginç fakat duygusal olmayan, gerçek ama kafayı darmadağın etmeyecek, önemli fakat ‘ölüm kalım meselesi’ olmayan düşüncelerle dolu… Düşünceleriniz kendi yetenekleri üzerinde kendi başlarına durabilmeli… Yapışmaktan kastımız düşüncelerinizin anlaşılır ve ezberlenebilir ve uzun ömürlü bir etki sahibi olması – izleyici kitlenizin düşüncelerini ve davranışlarını değiştirmesi… “Tuzu verir misiniz” sözünün hatırlanabilir olması gerekmez… Yani her düşüncenin ‘yapışıcı’ olması gerekmez.
İletişim üzerine tavsiye aldığımızda, dik durmak, göz temasını korumak, uygun el jestleri yapmak, söyleyeceğiniz şeyi prova, prova, prova, söylediğiniz şeyi tekrar, tekrar, tekrar, gibi teknikler defalarca hatırlatılır… Fakat konuya yapılan vurgunun zayıflığı dikkat çekicidir… Bir öğretmen etkin konuşmayı bilir – vücut durma şekli-posture, telaffuz ve göz teması… Amacı açıktır, izleyici açıktır, biçim açıktır… Fakat eğer mesajın kendisinin tasarımı yetersiz ise başarılı olamaz o öğretmen…
Doğal olarak yapışan fikirlere bakarsak efsaneler, savaş zamanı dedikoduları, atasözleri, komplo teorileri ve şakaları görürüz. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” atasözü 55 dilde de vardır. Bu düşünceler niye yapışkan? Neyin yapıştığını anlamak ve araştırmak gerekir... Beklenmedik tehlike… Hikayenin temel duyguları tetiklemesi – korku, iğrenme… Hiç beklenmeyen bir sonuç… Elle tutulur somut detaylar…
- Basitlik: Düşüncelerimizin temel anadüşüncesini nasıl buluruz? Bir düşünceyi en yalın haline indirgemek için sürekli neyin önemli olduğunu belirlemeliyiz. Basit ve dolu dolu düşünceler bulmalıyız… Bir cümlelik bir ifade bir insanın uygulayabilmesi için bir ömür harcayacağı bir dolulukta olmalı…
- Umulmamışlık: İnsanların düşüncelerimizi dikkate almaları ve düşüncelerin anlaşılması zaman alırken onların ilgilerini sürdürmeyi nasıl beceririz? İnsanların beklentilerini kırmamız gerekir. Sezilebilir olmamamız gerekir. Şaşırtabiliriz – böylece insanların uyanıklığını arttırıp dikkatlerini toplayabilir – ilgilerini yakalayabiliriz… İlgi ve merak uyandırmalıyız. İnsanların bilgileri dahilinde boşluklar yaratıp bunları teker teker doldurarak onların meraklarını uzun bir zaman canlı tutabiliriz.
- Elle tutulabilir, somut oluş: Düşüncelerimizi nasıl açık ve kolay anlaşılır yapabiliriz? Düşüncelerimizi insan hareketleri ve duyuları cinsinden açıklamalıyız. Doğal olarak yapışkan düşünceler buz dolu küvet gibi somut şeylere dayanır çünkü beyinlerimiz somut şeyleri hatırlayacak şekilde yaratılmıştır. Atasözlerinde soyut gerçekler genellikle somut bir dil ile ifade edilmiştir.
- İnanılabilirlik: İnsanların bizim düşüncelerimize inanmasını nasıl sağlarız? Yapışan düşünceler kendi inanılırlıklarını taşımalı…
- Duygular: İnsanların düşüncelerimizi ciddiye almalarını nasıl sağlarız? Onların bir şeyler duymalarını sağlayarak. Biz insanlar bir şeyler duymak için yaratıldık, soyutlamalar için değil… Düşüncemize hangi duyguyu bağlamak gerektiğini belirlemek işin zor yanı burada…
- Hikayeler: İnsanların düşüncelerimiz üzerine harekete geçmesini nasıl sağlarız? Hikaye anlatırız. İtfaiyeciler eski hikayelerini defalarca anlatır dururlar, bu yüzden daha zengin bir kritik durum ruhi kataloğuna sahiptirler. Bilimsel araştırmalar göstermiştir ki bir durumu zihinsel olarak tekrar etmek o durumla gerçek ortamda karşılaştığımızda davranışlarımızın daha başarılı olmasını sağlar.
Bir düşüncenin yapışmasını sağlayan altı koşul bunlardır fakat dünyada ehliyetli ‘düşünce yapıştırıcı uzmanı’ diye bir şey yoktur… Ayrıca madem bu kadar basit niye dünyadaki her düşünce yapışıcı değil? Bu hikayede bir de cani var ne yazık ki… Bu caninin ismi ‘Bilginin Laneti’…
1990’larda yapılan bir araştırıda bir grup kişiye 120 şarkının ritmlerini elle vurdurtmuşlar. Diğer grup ta bunları dinleyip hangi şarkılar olduğunu çıkartmaya çalışmışlar… Yalnız 2-3 tanesini bilebilmişler… Elle ritm vuran kişi, yani tıklatıcı şarkıyı kafasında duyar. Tıklatıcı olmak zordur. Tıklatıcılar şarkı adı verilerek, dinleyicilerin duyamayacağı bir şeyi, şarkınn ezgisini kafalarında duyup elle tıklatacak bilgiye sahip kılınmışlar… Şarkı ritmini tıklatırken, dinleyicilerin kopuk kopuk tık sesleri duyduklarını hayal etme imkanları yok… Çünkü kendileri o ritmleri tıklatabilmek için ismi kendilerine verilen şarkıyı kafalarında canlandırmak zorundalar… İşte bu ‘Bilginin Laneti’… Ne kadar çok bilgi edinirsek bilgimizi başkaları ile paylaşmamız o kadar güçleşir, dinleyicilerimizin ruh haletini canlandırmamız imkansız hale gelir.
‘Bilginin Laneti’ni yenmenin iki yolu vardır… Hiç öğrenmemek ya da düşüncelerimizi alıp onları dönüştürmek…
Kitap tanıtımlarına giriş
Alman Nazileri tarafından toplama kampı veya gaz odasında ölüme götürülmemek için Yahudi ailelerin bazıları Avrupa’dan Amerika’ya kaçabilmişti II. Dünya savaşı sırasında. Reader’s Digest adlı Amerikan aile dergisinde okumuştum… Yaşlı bir Amerikan Yahudisi bayan 40’lı yıllardaki küçüklüğünde ailesi ile birlikte Almanya’dan nasıl kaçtığını anlatıyordu…
Nazi’lerin çok yaklaştığı sırada, Yahudi aile bir çiftlik evinin bodrumundan yapılmış sığınakta saklanmak zorunda kalır. Uzun süre yemek, uyku ve tuvalet ihtiyaçlarını hep aynı kapalı mekanda gidermek zorunda kalacaklardır… Küçük kızın babası Naziler gelmeden önceki bir kaç saat içinde onu son bir defa bahçeye çıkartır… Ona “Bak, şimdi son bir defa bu bahar kokusunu kokla, temiz havayı içine çek! Onu küçük küçük paketler yapıp cebine koy… İçeride kalacağımız süre boyunca canın sıkıldığında o küçük paketleri tek tek aç, bu anı, bu temiz havayı hatırla!” der.
Gerçekten kişinin depresif olduğu ya da uyku uyuyamadığı durumlarda psikologların tavsiye ettiği bir kişisel mücadele şeklidir, geçmişte yaşadığınız güzel bir anı kafanızda canlandırmak… Uzmanı değilim ama tekrar tekrar gözüme çarpan bir olgu, Yahudi kültürünün gerçeği kavramaktaki ustalığı. Bu ustalık bazen çok kısa vadeli ve kişisel amaçlı olarak kullanılabildiği gibi bazen de atom bombasını yapan bilim adamı grubundaki bazı yahudilerin yaptığı gibi, atom bombasının tek kişinin elinde olmasını engellemeye cüret edebilecek, onu Rus tarafına sızdıracak, çılgınca bir cesarete dönüşebiliyor zaman zaman…
Mısır firavunlarının zamanından, binlerce yıl öncenin sağduyusundan gelip, binlerce yıl sonraki kendi varlığını ve dolayısıyla insan varlığını korumaya cesaret edebilen bireylerin kültürü… Levanten kültürü, Ceneviz denizcilik becerisi, iletişim ustalığı, seyrüsefer yeteneği, küçük bir mekanda, gemide korkunç dalgalara ve bilinmeyene karşı yol alan bir ekibin psikolojisi, ticaretin insan halinden anlama yeteneği…
Ülkemizin Avrupa Birliğine yaklaştığı bir dönemdeyiz. Üstelik, eskisi gibi yalnızca faydacı bir anlayıştan öte, Avrupa kültürünün bir parçası olmak, onu da kendimizin bir parçası yapmak iddiası bile söz konusu… Bu durumda, gözümüze ilişen her güzel taşı kapıp çantamıza koymak yerine, aldıklarımızı biraz incelememiz, bunlar nereden gelmiş, nasıl gelişmiş, neyin devamı olarak ortaya çıkmış diye biraz sorgulamamız gerekmez mi?
İnsan gerçeği tektir… Her şeyin başlangıcı insandır. Ama her kültür birbirinden farklıdır. Basit bir diferansiyel denklemin bile farklı başlangıç koşulları vardır. O denklemin çözümü, başlangıç anında nerede olduğunuza, başlangıçta seçtiğiniz yöne, başlangıç hızına ve hangi güçle o işe giriştiğinize bağlıdır. Dikkat edilirse insan kültürü de bu denklemlerden oluşmuş canlı-dinamik bir sistemden çok farklı değildir…
Avrupa kültüründen faydalanırken ona katkıda bulunan Yahudi ticareti, Ceneviz denizciliği, Yunan felsefesi gibi kültürel değerleri ve bunların etkilerini iyi tartabilmek gerekir… Bunu sağlıklı yapabilmek, Avrupa kültürünü anlayabilmek ve ona katkıda bulunabilmek için de kendi kültürümüzü, dinimizi çok iyi bilmek ve anlamak gerekir.
Avrupalı dostlarımız, herkese farklı görünür der ama insan gerçeği tektir. İnsan doğar, yaşar, ölür… Belki insan kültürünün başlangıç noktaları aynıdır ama başlangıçtan bu yana geçen binlerce yıl düşünüldüğünde, kültürün dinamik denklem sisteminin birden çok doğru cevabı vardır. Batıda her gördüğümüz doğru bize ait her şeyin yanlış olduğu anlamına gelmez. Kendi yanlışlarımızı bulup düzelttiğimiz her durumda da, Batı’nın bunu görüp doğru değerlendirebilmesini beklememiz çocukça bir yaklaşım olur. Önemli olan kendimiz için, kendimize uyanı, kendimize yakışanı, bize yaraşan şekilde yapmaktır.
Bu yazım ile birlikte gerek Batı’dan gerek Doğu’dan çeşitli kitap tanıtımlarına başlayacağım. Bunlar arasında Thucydides’in Peleponnes Savaşı, Çin’den Sun Tzu’nun Savaş Sanatı, Gershon Winkler’in Kabbalah 365, Tibet Budizmi, Bury’nin Yunan Tarihi, Akurgal’ın Hitit Tarihi, Heredot Tarihi, İspanya’dan Gracian’ın Sağduyu Sanatı gibi kitaplar olacak… Ayrıca Mevlana’dan Mesnevi, anonim Kutad Gubilig, Dede Korkut Hikayeleri gibi kaynaklara da değinmek niyetindeyim… Bu hafta Ankara Fen Lisesinden dostum San Diego’da psikiyatrist profesor Mehmet DOKUCU’nun tanımama vesile olduğu NPR National Public Radio – Amerikan Milli Halk Radyosu’nda dinlediğim bir internet programından bahsetmek istiyorum… Bu program son haftalardan birinde “Yapışan Düşünceler” adlı bir kitabın tanıtımını yaptı. Programi dinledikten sonra editörümüz, ağabeyim Niyazi Bey ile de üzerinde konuştuk. Sonuçta Niyazi internetten kitabın bir kısmının manuscriptini buldu ve benim bu yazıyı yazmamı ısrarla istedi. İşte bu manuscriptin kısa bir özeti…
Ali Rıza SARAL
‘Yapışmak İçin Yapılmış’ - Made To Stick
Neden Bazı Düşünceler Kalır Diğerleri Ölür?
Chip and Dan HEATH
Random House
New York
Sık sık iş seyahatlerine çıkan bir tüccar akşam otel odasında sıkılmış bara inip bir içki içmiş. Daha sonra barda tanıştığı bir bayan ile sohbet etmeye başlamış. Bayan kendisine bir içki ısmarlamayı teklif etmiş daha sonra içkileri kendi eli ile bardan alıp getirmiş. İş adamının daha sonra hatırladığı ilk şey odasında buz dolu bir banyo küvetinde uyandığı... Küvetin kenarına bırakılmış notu okuduğu… Notta hemen ilk yardıma telefon etmesi ve kuvetin içinde sakin sakin beklemesi gerektiği yazılı… Ayrıca elini sırtına doğru götürürse bir sonda bulacağı çünkü böbreklerinden birinin çalınmış olduğu…
Bu böbrek hırsızlığı hikayesi yapışıcı… Çünkü bunu anlıyoruz, ezberliyoruz ve başka birine tekrar anlatabiliyoruz… Ve eğer doğru olduğuna inanırsak davranış biçimimiz kalıcı olarak değişmiş olabilir – en azından çekici yabancıların içki tekliflerini doğru değerlendirmek konusunda…
Bazı düşünceler kendi yapısı gereği ilgi çekici, bazıları ise içsel olarak ilgi çekici değil… Doğuştan veya yetiştirerek ikilemine göre – düşünceler ilginç olarak mı doğar yoksa geliştirilebilirler mi? Dünyada başarılı olmaları için düşüncelerimizi nasıl geliştiririz? İyi düşünceler bu dünyada başarılı olmakta güçlük çekiyorlar. Peki, doğru, değerli bir düşüncenin anlattığımız gibi gerçek olmayan bir hikayenin etkinliği ile dünyayı dolaşmasını sağlamak mümkün mü?
Günlük hayatımız ilginç fakat duygusal olmayan, gerçek ama kafayı darmadağın etmeyecek, önemli fakat ‘ölüm kalım meselesi’ olmayan düşüncelerle dolu… Düşünceleriniz kendi yetenekleri üzerinde kendi başlarına durabilmeli… Yapışmaktan kastımız düşüncelerinizin anlaşılır ve ezberlenebilir ve uzun ömürlü bir etki sahibi olması – izleyici kitlenizin düşüncelerini ve davranışlarını değiştirmesi… “Tuzu verir misiniz” sözünün hatırlanabilir olması gerekmez… Yani her düşüncenin ‘yapışıcı’ olması gerekmez.
İletişim üzerine tavsiye aldığımızda, dik durmak, göz temasını korumak, uygun el jestleri yapmak, söyleyeceğiniz şeyi prova, prova, prova, söylediğiniz şeyi tekrar, tekrar, tekrar, gibi teknikler defalarca hatırlatılır… Fakat konuya yapılan vurgunun zayıflığı dikkat çekicidir… Bir öğretmen etkin konuşmayı bilir – vücut durma şekli-posture, telaffuz ve göz teması… Amacı açıktır, izleyici açıktır, biçim açıktır… Fakat eğer mesajın kendisinin tasarımı yetersiz ise başarılı olamaz o öğretmen…
Doğal olarak yapışan fikirlere bakarsak efsaneler, savaş zamanı dedikoduları, atasözleri, komplo teorileri ve şakaları görürüz. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” atasözü 55 dilde de vardır. Bu düşünceler niye yapışkan? Neyin yapıştığını anlamak ve araştırmak gerekir... Beklenmedik tehlike… Hikayenin temel duyguları tetiklemesi – korku, iğrenme… Hiç beklenmeyen bir sonuç… Elle tutulur somut detaylar…
- Basitlik: Düşüncelerimizin temel anadüşüncesini nasıl buluruz? Bir düşünceyi en yalın haline indirgemek için sürekli neyin önemli olduğunu belirlemeliyiz. Basit ve dolu dolu düşünceler bulmalıyız… Bir cümlelik bir ifade bir insanın uygulayabilmesi için bir ömür harcayacağı bir dolulukta olmalı…
- Umulmamışlık: İnsanların düşüncelerimizi dikkate almaları ve düşüncelerin anlaşılması zaman alırken onların ilgilerini sürdürmeyi nasıl beceririz? İnsanların beklentilerini kırmamız gerekir. Sezilebilir olmamamız gerekir. Şaşırtabiliriz – böylece insanların uyanıklığını arttırıp dikkatlerini toplayabilir – ilgilerini yakalayabiliriz… İlgi ve merak uyandırmalıyız. İnsanların bilgileri dahilinde boşluklar yaratıp bunları teker teker doldurarak onların meraklarını uzun bir zaman canlı tutabiliriz.
- Elle tutulabilir, somut oluş: Düşüncelerimizi nasıl açık ve kolay anlaşılır yapabiliriz? Düşüncelerimizi insan hareketleri ve duyuları cinsinden açıklamalıyız. Doğal olarak yapışkan düşünceler buz dolu küvet gibi somut şeylere dayanır çünkü beyinlerimiz somut şeyleri hatırlayacak şekilde yaratılmıştır. Atasözlerinde soyut gerçekler genellikle somut bir dil ile ifade edilmiştir.
- İnanılabilirlik: İnsanların bizim düşüncelerimize inanmasını nasıl sağlarız? Yapışan düşünceler kendi inanılırlıklarını taşımalı…
- Duygular: İnsanların düşüncelerimizi ciddiye almalarını nasıl sağlarız? Onların bir şeyler duymalarını sağlayarak. Biz insanlar bir şeyler duymak için yaratıldık, soyutlamalar için değil… Düşüncemize hangi duyguyu bağlamak gerektiğini belirlemek işin zor yanı burada…
- Hikayeler: İnsanların düşüncelerimiz üzerine harekete geçmesini nasıl sağlarız? Hikaye anlatırız. İtfaiyeciler eski hikayelerini defalarca anlatır dururlar, bu yüzden daha zengin bir kritik durum ruhi kataloğuna sahiptirler. Bilimsel araştırmalar göstermiştir ki bir durumu zihinsel olarak tekrar etmek o durumla gerçek ortamda karşılaştığımızda davranışlarımızın daha başarılı olmasını sağlar.
Bir düşüncenin yapışmasını sağlayan altı koşul bunlardır fakat dünyada ehliyetli ‘düşünce yapıştırıcı uzmanı’ diye bir şey yoktur… Ayrıca madem bu kadar basit niye dünyadaki her düşünce yapışıcı değil? Bu hikayede bir de cani var ne yazık ki… Bu caninin ismi ‘Bilginin Laneti’…
1990’larda yapılan bir araştırıda bir grup kişiye 120 şarkının ritmlerini elle vurdurtmuşlar. Diğer grup ta bunları dinleyip hangi şarkılar olduğunu çıkartmaya çalışmışlar… Yalnız 2-3 tanesini bilebilmişler… Elle ritm vuran kişi, yani tıklatıcı şarkıyı kafasında duyar. Tıklatıcı olmak zordur. Tıklatıcılar şarkı adı verilerek, dinleyicilerin duyamayacağı bir şeyi, şarkınn ezgisini kafalarında duyup elle tıklatacak bilgiye sahip kılınmışlar… Şarkı ritmini tıklatırken, dinleyicilerin kopuk kopuk tık sesleri duyduklarını hayal etme imkanları yok… Çünkü kendileri o ritmleri tıklatabilmek için ismi kendilerine verilen şarkıyı kafalarında canlandırmak zorundalar… İşte bu ‘Bilginin Laneti’… Ne kadar çok bilgi edinirsek bilgimizi başkaları ile paylaşmamız o kadar güçleşir, dinleyicilerimizin ruh haletini canlandırmamız imkansız hale gelir.
‘Bilginin Laneti’ni yenmenin iki yolu vardır… Hiç öğrenmemek ya da düşüncelerimizi alıp onları dönüştürmek…
Wednesday, March 28, 2007
SULEYMAN THE MAGNIFICENT
Suleyman the Magnificent lies in his eternal retreat at The Suleymaniye Mosque, Istanbul...
His tomb is placed next to the gorgious Mosque complex he ordered to be built...
This complex includes the religous schools that gradually turned out to be
the first University of Turkey, namely Istanbul University,
known for its excellence in its social discipline and political approaches in the present Turkey...
This university's original door, though not as magnificent as the Stanford's,
opens to SuleymaniyeMosque and looks at the tomb of Suleyman theMagnificent.
If you visit Istanbul, make sure you stop by this corner of Istanbul...
The religous texts from Koran are written with splendid caligraphy in his tomb...
I do not know for sure whether these were chosen by himself
but they are chosen in full compliance with his personality I believe...
Bakara 255
They can not comprehend his knowledge anything more than He wishes-ARS.
(Onlarsa, Allahın dilediği kadarından başka,onun ilminden hiç bir şey anlayamazlar-Davudoğlu).
Bakara 256
There is no compulsion in religion. The right direction is henceforth distinct from error-Picthall.
(Dinde zorlama yoktur-Davudoglu).
Bakara 257
Allah helps the believers. He guides them through the darkness into the light-ARS.
(Allah iman edenlerin yardımcısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır-Davudoglu)
El-En'am 104
You have received insights from your Rab.
Who ever sees with that benefits for himself,who ever not loses.
I am not your watch-keeper-ARS.
Size Rabbinizden, basiretler geldi.Artık kim görürse kendine, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir.
Ben sizin üzerinize muhafız değilim-Davudoğlu).
His tomb is placed next to the gorgious Mosque complex he ordered to be built...
This complex includes the religous schools that gradually turned out to be
the first University of Turkey, namely Istanbul University,
known for its excellence in its social discipline and political approaches in the present Turkey...
This university's original door, though not as magnificent as the Stanford's,
opens to SuleymaniyeMosque and looks at the tomb of Suleyman theMagnificent.
If you visit Istanbul, make sure you stop by this corner of Istanbul...
The religous texts from Koran are written with splendid caligraphy in his tomb...
I do not know for sure whether these were chosen by himself
but they are chosen in full compliance with his personality I believe...
Bakara 255
They can not comprehend his knowledge anything more than He wishes-ARS.
(Onlarsa, Allahın dilediği kadarından başka,onun ilminden hiç bir şey anlayamazlar-Davudoğlu).
Bakara 256
There is no compulsion in religion. The right direction is henceforth distinct from error-Picthall.
(Dinde zorlama yoktur-Davudoglu).
Bakara 257
Allah helps the believers. He guides them through the darkness into the light-ARS.
(Allah iman edenlerin yardımcısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır-Davudoglu)
El-En'am 104
You have received insights from your Rab.
Who ever sees with that benefits for himself,who ever not loses.
I am not your watch-keeper-ARS.
Size Rabbinizden, basiretler geldi.Artık kim görürse kendine, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir.
Ben sizin üzerinize muhafız değilim-Davudoğlu).
Sunday, March 25, 2007
Je suis responsable de ma rose - Antoine de Saint-Exupery
Mais j'en ai fait mon ami,
et il est maintenant unique au monde.
Adieu, dit le renard. Voici mon secret.
Il est tres simple: on ne voit bien qu'avec le coeur.
L'essentiel est invisible pour les yeux.
Les hommes ont oublie cette verite,dit le renard.
Mais tu ne dois pas l'oublier.
Tu deviens responsable pour toujoursde ce que tu as apprivoise.
Tu es responsable de ta rose...
Je suis responsable de ma rose...repeta le petit prince, afin de souvenir.
Antoine de Saint-Exupery
et il est maintenant unique au monde.
Adieu, dit le renard. Voici mon secret.
Il est tres simple: on ne voit bien qu'avec le coeur.
L'essentiel est invisible pour les yeux.
Les hommes ont oublie cette verite,dit le renard.
Mais tu ne dois pas l'oublier.
Tu deviens responsable pour toujoursde ce que tu as apprivoise.
Tu es responsable de ta rose...
Je suis responsable de ma rose...repeta le petit prince, afin de souvenir.
Antoine de Saint-Exupery
Wednesday, March 21, 2007
All are invited but few are chosen
Jesus spoke to them again in parables, saying: “The kingdom of heaven is like a king who prepared a wedding banquet for his son. He sent his servants to those who had been invited to the banquet to tell them to come, but they refused to come.
…
“Then he said to his servants, ‘The wedding banquet is ready, but those I invited did not deserve to come. Go to the street corners and invite to the banquet anyone you find.’ So the servants went out into the streets and gathered all the people they could find, both good and bad, and the wedding hall was filled with guests.
“But when the King came in to see the guests, he noticed a man there who was not wearing wedding clothes. Friend, ‘he asked, ‘how did you get in here without wedding clothes?’ The man was speechless.
“The the King told the attendants, ‘Tie him hand and foot, and throw him outside, into the darkness, where there will be weeping and ganshing of teeth.’
“For many are invited but few are chosen.”
…
“Then he said to his servants, ‘The wedding banquet is ready, but those I invited did not deserve to come. Go to the street corners and invite to the banquet anyone you find.’ So the servants went out into the streets and gathered all the people they could find, both good and bad, and the wedding hall was filled with guests.
“But when the King came in to see the guests, he noticed a man there who was not wearing wedding clothes. Friend, ‘he asked, ‘how did you get in here without wedding clothes?’ The man was speechless.
“The the King told the attendants, ‘Tie him hand and foot, and throw him outside, into the darkness, where there will be weeping and ganshing of teeth.’
“For many are invited but few are chosen.”
Sunday, March 4, 2007
MENTAL RISKS IN THE MUSIC COMPOSITION PROCESS
MENTAL RISKS IN THE MUSIC COMPOSITION PROCESS - presented at BİLKENT's Music conference at Istanbul in 2005
by Ali R+ SARAL
Abstract---This article will discuss the mental risks in the music composition process from the points of responsibility and psychology of creativity.
Today, many professions do not have a standard for training and educating its fellow workers about the risks of health they will face during their career. Currently, the student or the young professional is driven to the edge of its ability by incentives. If he/she can survive the fierce competition both he and the society wins. If he can not, he fails in health and goes down, and society tries to compensate with the insurance policies if available. At the end, society drives itself forward but at what expense?
An early warning system embedded in the professional education would not only give the individual the right to choose but also it would bring a flexibility to the system. If individuals had the possibility to choose to play a long term game rather than serve short term needs, they would have a better chance to be more successful personally and be more beneficial to the society.
What could be a profession's early warning system of health risks? Giving information, educating the individual before things get bad could give his instinctions an immense chance to make healthy-appropriate choices. Being informed could also reduce the pain at the most critical moment of the health problem, the first acute crisis. Can you imagine a person experiencing for the first time, hearing voices speaking to him from the radio, or on the street? If he new what hallucination is and if he were prepared, he would not get terrified...
Music composition is prone to psychological risks like any other creative profession [Jamison]. The composer has to hear sounds, melodies or even orchestral music in his/her mind. How will he describe his experience? From a spectrum of sensation to hallucination: here-and-now, re-centering, projection or stereotype, hallucination, inner image [McKim, p. 50].
In the preface of his book, The Paranoid Process, Meissner indicates that "the psychotic processes of much more primitive and disturbed patients was also identifiable in relatively healthy and far less maladapted human beings". He goes further to add " I saw that my patients and I were dealing with similar problems, utilizing our common human resources in attempts to define and resolve basic problems of human experience and existence from which none of us could escape" [Meissner, preface].
In my pristine article, you will be able to find some of the mental risks of the composer caused by the composition process such as ‘imagining moods’, working with different sensory modalities, extreme abstraction, designing large systems, issues of creativity, interaction with the environment and society.
In this presentation, I would like to focus on two of them related to creativity because of their facility to describe verbally.
Tizian’s picture ‘Bravo’ of 1520 describes a a killer or stealer holding a man from his cloth close to his neck from his back. The stealer holds his knife at his back down at his belt.
The blade of the knife can not be seen because it stays out of the frame of the picture. The name of the picture ‘bravo’ stands for skillfull stealer or killer in Italian. When one hesitates to draw conclusions, it is possible to believe that it may not be a killer because the knife cannot be seen.
The picture actually shows a man taking something from an other one standing in front of him and giving it back or down with his other hand…
What Tizian inspires me is a crucial aspect of human creativity. As a composer you have to take from your predecessors both by their teachings and studying their works. On the other hand you have to pass some to the people coming after you while building a strong castle for your own individuality. The knowledge of humanity, our reservoir is not endless. While knowledge creates more knowledge there is no rule that creation and consumption rates should be the same. Also the ambition to create effects the quality of the work created, sometimes with detrimental effects to the material used… During the composition process, the composer is faced with a conscientiousness dilemma, ‘Shall I steal this or leave it to others who will be at the right time for it?’ or ‘This is gorgious, shall I let it go, shall I pass it over?’
Michelengelo’s Pieta shows ‘the crucified Christ lying in his mother's lap’. I believe, the mother holds his son in such a feeling that, she comes to the grips with the reality of her son’s death. In fact she holds what she has created, her own work with the deep looks of appreciation and acception for the finiteness of it.
Through all his work the composer has to come to similar grips about his work, on how finite it is. Actually, this is a common problem between people that deal with Large Systems. There are articles on ‘When to stop testing’ in aviation or air traffic control systems. Also, even when these experts decide to stop testing, they always have the same look as Maria Magdelena… Regardless of the physical and real safety created, the creator has a special psychological mood at the end, similar to a mother holding her newly born child with an unrelenting question at her subconscious.
Sometimes a psychiatrist needs 2-3 years to understand his patient truly. While there are some broad categories or psychologic ilnesses, there are still many new developments in the identification of subgroups which may have specific curing approaches. Sometimes this may cause the doctors to use the upper limit of medicine doses, specially in acute cases as a remedy for the loss of time.
Anybody who is trying to become a successful composer should have him/herself checked at the beginning and during the education, specially during counterpoint, fugue, styles analysis studies. It is natural to have an athlete live under doctor control when preparing for the olympics. It is exactly the same for a composition student or a composer involved in heavy production.
REFERENCES:
- Jamison, Touched With Fire, Manic-Depressive Illness and the Artistic Temperament, The Free Press, A Division of McMillan, Inc.
-Robert H. McKim, "Experiences in Visual Thinking", Stanford University, Brooks/Cole Publishing Company, 1980
-Meissner, "The Paranoid Process", Jason Aranson, Newyork, 1978
-Ray E. Ebarts, "User Interface Design", Prentice Hall
-Miller, G. (1956) "The Magical Number Seven, Plus or Minus Two: Some Limits on Our Capacity for Processing Information", Psychological Review, 63, 81-97
-Michael W. Eysenck, Mark T. Keane, "Cognitive Psychology", Psychology Press, 1995
-Baddeley, "Human Memory", Allyn and Bacon, 1990
by Ali R+ SARAL
Abstract---This article will discuss the mental risks in the music composition process from the points of responsibility and psychology of creativity.
Today, many professions do not have a standard for training and educating its fellow workers about the risks of health they will face during their career. Currently, the student or the young professional is driven to the edge of its ability by incentives. If he/she can survive the fierce competition both he and the society wins. If he can not, he fails in health and goes down, and society tries to compensate with the insurance policies if available. At the end, society drives itself forward but at what expense?
An early warning system embedded in the professional education would not only give the individual the right to choose but also it would bring a flexibility to the system. If individuals had the possibility to choose to play a long term game rather than serve short term needs, they would have a better chance to be more successful personally and be more beneficial to the society.
What could be a profession's early warning system of health risks? Giving information, educating the individual before things get bad could give his instinctions an immense chance to make healthy-appropriate choices. Being informed could also reduce the pain at the most critical moment of the health problem, the first acute crisis. Can you imagine a person experiencing for the first time, hearing voices speaking to him from the radio, or on the street? If he new what hallucination is and if he were prepared, he would not get terrified...
Music composition is prone to psychological risks like any other creative profession [Jamison]. The composer has to hear sounds, melodies or even orchestral music in his/her mind. How will he describe his experience? From a spectrum of sensation to hallucination: here-and-now, re-centering, projection or stereotype, hallucination, inner image [McKim, p. 50].
In the preface of his book, The Paranoid Process, Meissner indicates that "the psychotic processes of much more primitive and disturbed patients was also identifiable in relatively healthy and far less maladapted human beings". He goes further to add " I saw that my patients and I were dealing with similar problems, utilizing our common human resources in attempts to define and resolve basic problems of human experience and existence from which none of us could escape" [Meissner, preface].
In my pristine article, you will be able to find some of the mental risks of the composer caused by the composition process such as ‘imagining moods’, working with different sensory modalities, extreme abstraction, designing large systems, issues of creativity, interaction with the environment and society.
In this presentation, I would like to focus on two of them related to creativity because of their facility to describe verbally.
Tizian’s picture ‘Bravo’ of 1520 describes a a killer or stealer holding a man from his cloth close to his neck from his back. The stealer holds his knife at his back down at his belt.
The blade of the knife can not be seen because it stays out of the frame of the picture. The name of the picture ‘bravo’ stands for skillfull stealer or killer in Italian. When one hesitates to draw conclusions, it is possible to believe that it may not be a killer because the knife cannot be seen.
The picture actually shows a man taking something from an other one standing in front of him and giving it back or down with his other hand…
What Tizian inspires me is a crucial aspect of human creativity. As a composer you have to take from your predecessors both by their teachings and studying their works. On the other hand you have to pass some to the people coming after you while building a strong castle for your own individuality. The knowledge of humanity, our reservoir is not endless. While knowledge creates more knowledge there is no rule that creation and consumption rates should be the same. Also the ambition to create effects the quality of the work created, sometimes with detrimental effects to the material used… During the composition process, the composer is faced with a conscientiousness dilemma, ‘Shall I steal this or leave it to others who will be at the right time for it?’ or ‘This is gorgious, shall I let it go, shall I pass it over?’
Michelengelo’s Pieta shows ‘the crucified Christ lying in his mother's lap’. I believe, the mother holds his son in such a feeling that, she comes to the grips with the reality of her son’s death. In fact she holds what she has created, her own work with the deep looks of appreciation and acception for the finiteness of it.
Through all his work the composer has to come to similar grips about his work, on how finite it is. Actually, this is a common problem between people that deal with Large Systems. There are articles on ‘When to stop testing’ in aviation or air traffic control systems. Also, even when these experts decide to stop testing, they always have the same look as Maria Magdelena… Regardless of the physical and real safety created, the creator has a special psychological mood at the end, similar to a mother holding her newly born child with an unrelenting question at her subconscious.
Sometimes a psychiatrist needs 2-3 years to understand his patient truly. While there are some broad categories or psychologic ilnesses, there are still many new developments in the identification of subgroups which may have specific curing approaches. Sometimes this may cause the doctors to use the upper limit of medicine doses, specially in acute cases as a remedy for the loss of time.
Anybody who is trying to become a successful composer should have him/herself checked at the beginning and during the education, specially during counterpoint, fugue, styles analysis studies. It is natural to have an athlete live under doctor control when preparing for the olympics. It is exactly the same for a composition student or a composer involved in heavy production.
REFERENCES:
- Jamison, Touched With Fire, Manic-Depressive Illness and the Artistic Temperament, The Free Press, A Division of McMillan, Inc.
-Robert H. McKim, "Experiences in Visual Thinking", Stanford University, Brooks/Cole Publishing Company, 1980
-Meissner, "The Paranoid Process", Jason Aranson, Newyork, 1978
-Ray E. Ebarts, "User Interface Design", Prentice Hall
-Miller, G. (1956) "The Magical Number Seven, Plus or Minus Two: Some Limits on Our Capacity for Processing Information", Psychological Review, 63, 81-97
-Michael W. Eysenck, Mark T. Keane, "Cognitive Psychology", Psychology Press, 1995
-Baddeley, "Human Memory", Allyn and Bacon, 1990
Thursday, March 1, 2007
RUMI A Spiritual Treasury Juliet MABEY (Mevlana Celaleddin - i RUMI)
God has placed a ladder before our feet:
we must climb it, step by step.
You have feet: why pretend to be lame?
You have hands: why conceal the fingers that grip?...
If you bear God's burden, He will raise you up.
If you accept His commands, He will shower you with His grace and bounty.
If you seek union with Him, you will become unite for evermore.
MASNAVI I:929-31, 936-7
RUMI A Spiritual Treasury Juliet MABEY (Mevlana Celaleddin - i RUMI)
we must climb it, step by step.
You have feet: why pretend to be lame?
You have hands: why conceal the fingers that grip?...
If you bear God's burden, He will raise you up.
If you accept His commands, He will shower you with His grace and bounty.
If you seek union with Him, you will become unite for evermore.
MASNAVI I:929-31, 936-7
RUMI A Spiritual Treasury Juliet MABEY (Mevlana Celaleddin - i RUMI)
KABBALAH 365 Gershon WINKLER
Day 2
Were God to fill the universe, the universe could not exist.
And were God to not fill the universe, the universe could not exist.
It is then through perfactly balanced self-limitation
that the Infinite One enables the possibility of existence.
Day 33
Every human should tend very compassionately to the flesh of their body
in order to be able to share with it all the dimensions of enlightenment and visions
of which the soul is capable of such perception.
Do not hide your eyes from having mercy upon your flesh, that is the flesh of your body.
You must have much compassion for your body.
See to it that you purify your body
so that it can become conscious of all the enlightenment and visions the soul percieves.
Eighteenth-century RABBI NACHMON of Breslav in Likuttei Ha'MaHaRaN 22:5-7
KABBALAH 365 Gershon WINKLER
Were God to fill the universe, the universe could not exist.
And were God to not fill the universe, the universe could not exist.
It is then through perfactly balanced self-limitation
that the Infinite One enables the possibility of existence.
Day 33
Every human should tend very compassionately to the flesh of their body
in order to be able to share with it all the dimensions of enlightenment and visions
of which the soul is capable of such perception.
Do not hide your eyes from having mercy upon your flesh, that is the flesh of your body.
You must have much compassion for your body.
See to it that you purify your body
so that it can become conscious of all the enlightenment and visions the soul percieves.
Eighteenth-century RABBI NACHMON of Breslav in Likuttei Ha'MaHaRaN 22:5-7
KABBALAH 365 Gershon WINKLER
Thursday, February 22, 2007
Thursday, February 15, 2007
kılmığzısab - ecnednepedni
BBBğğğBBBaBBBBBmBBBımBBBBBBBB
MMMMaMMMsızMMMMMMMM
IIIIIIIIIsIzIIIIIIIIaaIIIIIImIIIIIIII
BBBBBğğBBBsBBBBBzBBBBBBBBBB
SSSSSSSaaSSSSmSSSSSSSSSSSSSS
LLLLLaLLLsızLLLLLLııııkkkLLLLLLLLL
ZZZZZZağZZZbZZZbZZlZZZZZZZZZ
AAbAğAAaAAAAAaAAAAağAAAAAAA
MMMğMMMMaMMMMMMMMM
IIIIIIbIIIIIaIIIIIImIIIIIIIIIIIIIIII
KKKKzzzKKKmKKağlKKKKlğğKKKKKKKK
IIIIIIIIInnIIIIIIIIIIIIIIIIIIIII
DDDDDIIIDDDDDcccDDDDDdD
EEccEIEEEEnnnEEEEEEEEE
PPPPPPIIPPPPPcPPIPPPPP
CCCCnnCCCCdddCCCCCCC
EEEEEEddEEEIIEnnnEEEEcEEE
NNnNnNNIINNdNNNnNNN
NdNINNNnNcccNIIINNNN
DDDnDDDcccDDDDDDDDDDDDD
EEEcEEEnnnEIIEEEEEE
NNnNNNccIINNNNnNNNINNN
EEEEEEEEEEEEEEEEEEEE
MMMMaMMMsızMMMMMMMM
IIIIIIIIIsIzIIIIIIIIaaIIIIIImIIIIIIII
BBBBBğğBBBsBBBBBzBBBBBBBBBB
SSSSSSSaaSSSSmSSSSSSSSSSSSSS
LLLLLaLLLsızLLLLLLııııkkkLLLLLLLLL
ZZZZZZağZZZbZZZbZZlZZZZZZZZZ
AAbAğAAaAAAAAaAAAAağAAAAAAA
MMMğMMMMaMMMMMMMMM
IIIIIIbIIIIIaIIIIIImIIIIIIIIIIIIIIII
KKKKzzzKKKmKKağlKKKKlğğKKKKKKKK
IIIIIIIIInnIIIIIIIIIIIIIIIIIIIII
DDDDDIIIDDDDDcccDDDDDdD
EEccEIEEEEnnnEEEEEEEEE
PPPPPPIIPPPPPcPPIPPPPP
CCCCnnCCCCdddCCCCCCC
EEEEEEddEEEIIEnnnEEEEcEEE
NNnNnNNIINNdNNNnNNN
NdNINNNnNcccNIIINNNN
DDDnDDDcccDDDDDDDDDDDDD
EEEcEEEnnnEIIEEEEEE
NNnNNNccIINNNNnNNNINNN
EEEEEEEEEEEEEEEEEEEE
Belthazar GRACIAN
Wise do sooner what fools do later!
Bilge kişinin hemen yaptığını aptallar sonradan yapar.
Bilge kişinin hemen yaptığını aptallar sonradan yapar.
Merhaba - Hello - Salute - Hi - Privet !!!
hhhhhhhhhhhhhhhhbbbbhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh
hhhMMMMhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhMMMMMMhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh
hhhMMMMhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh
eeeMMMMeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeRRRRRReeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee
eeeeeeeeeeeeeeRRRRReeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee
eeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeRRRRRReeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee
llllllllllbbbbbbbbllllllllllllllllllllllRRRRRRllllllllllllllllllllbbbbblllllllllllllllllllllllllllllllllll
llllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllHHHHHHHHHHHHHHHHHllllllllllllllll
llllllllllAAAAaallllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllHHHHHHHHHlllllllllllllllllllllllllllll
lllllllllllllllllllllllllllHHHHHllllllllllllllllllllllllllllllllllllAAAAAAAAAAllllllaaaalllllllllllllllll
llllllllllllllllllllllllllllllllllllllllMMMMMlllllllllllllllllllllllllAAAAAAAAAAAlllllllllllllllll
lllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllAAAAAAAAAAAlllllllllll
oooooooooaaaaooooooooBBBBBBBBBBBooooooooooooooooooohhhhoo
ooooooooRRooooooooooooooBBBBBBBBBoooooooooooooo
oooooooooooooooooooooooooBBBBBBBBBAAAAAAAAAoooooooooo
hhhMMMMhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhMMMMMMhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh
hhhMMMMhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh
eeeMMMMeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeRRRRRReeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee
eeeeeeeeeeeeeeRRRRReeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee
eeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeRRRRRReeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee
llllllllllbbbbbbbbllllllllllllllllllllllRRRRRRllllllllllllllllllllbbbbblllllllllllllllllllllllllllllllllll
llllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllHHHHHHHHHHHHHHHHHllllllllllllllll
llllllllllAAAAaallllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllHHHHHHHHHlllllllllllllllllllllllllllll
lllllllllllllllllllllllllllHHHHHllllllllllllllllllllllllllllllllllllAAAAAAAAAAllllllaaaalllllllllllllllll
llllllllllllllllllllllllllllllllllllllllMMMMMlllllllllllllllllllllllllAAAAAAAAAAAlllllllllllllllll
lllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllAAAAAAAAAAAlllllllllll
oooooooooaaaaooooooooBBBBBBBBBBBooooooooooooooooooohhhhoo
ooooooooRRooooooooooooooBBBBBBBBBoooooooooooooo
oooooooooooooooooooooooooBBBBBBBBBAAAAAAAAAoooooooooo